2010-12-21

Kanun-i Esasi

Kanun-i Esasi


Devletin şeklini, çatısını, devlet içindeki teşrî (yasama), icra (yürütme), kaza (yargı) kuvvetlerinin birbiriyle münâsebetini, bunların hangi organlar vasıtasıyla kullanıldığını ve ayrıca ferdin devlete karşı olan haklarını tâyin ve tanzim eden kânun.

Osmanlı Devleti bir İslâm devleti olması hasebiyle, bütün faaliyetlerini İslâm hukukuna göre düzenlerdi. Bu hususta temel müracaat kaynakları, fıkıh ve fetva kitapları ile bunların ışığında değişik şartlara, örf ve âdetlere göre hazırlanan kanunnâmelerdi. Yâni bu üçü Osmanlı Devleti’nin anayasası durumundaydı (Bkz. Hukuk ve Kanunnâme maddeleri).

Kanunnâmelerin dışında 1808’de Sened-i İttifak, 1839’da Gülhâne Hatt-ı hümâyûnu ve 1856’da benzeri Islâhat fermanları gibi anayasa sayılmayan siyâsî belgeler de çıkarılmışsa da, uygulama imkânı bulunamamıştır. Bu belgeler siyâsî olup, genelde azınlıkların haklarını koruduğu için Avrupa devletlerinin baskısı ile çıkarılmıştır. Ancak bu hareketler, meşrutiyetçi bir rejim arzusunu geliştirmişti. Tanzîmât döneminden itibaren tahsîl için Avrupa’ya gönderilen şahıslar, batı kültürü ile temasa geçtiler. Fransız ihtilâlinin ortaya koyduğu liberal fikirlerin etkisinde kalan gençler, bunları Osmanlı ülkesinde yaymaya çalıştılar. Osmanlı Devleti’nin siyâsi yapısını değiştirmek için ilk olarak 1865’de kurulan ve üyeleri arasında; Nâmık Kemâl, Ali Süâvî, Ziya Paşa ve Mısırlı prens Mustafa Fâzıl Paşa gibi kimselerin bulunduğu Yeni Osmanlılar cemiyeti, Meşrûtiyet idâresinin uygulanması için çeşitli yollardan faaliyete geçti. Ancak İstanbul’da serbest çalışamıyacaklarını anlayan cemiyet mensupları, Mustafa Fâzıl Paşa’nın mâlî yardımı ile 1867’de Fransa’ya kaçtılar. Orada pâdişâh ve Osmanlı hükümeti aleyhinde faaliyet gösterdiler. Sultan Abdülazîz Han’ın şahsına karşı açtıkları mücâdele ile birlikte, meşrûtiyet idaresini memlekette hâkim kılmak için çalışmaya başladılar. Onların bu faaliyetleri, Osmanlı Devleti’ni parçalamak isteyen dış düşmanların da tahrikleriyle Balkanlarda kaynaşmaya sebeb oldu. Batı rejim ve müesseselerine hayran olan Midhat Paşa’nın da dâhil olduğu Yeni Osmanlılar cemiyeti’ne mensub kimseler, başta pâdişâh olmak üzere, yüksek devlet makamlarını işgal eden bâzı şahsiyetler aleyhine tertiplere giriştiler. Medrese öğrencilerini tahrik ile; 12 Mayıs 1876’da ayaklandırarak; “Sadrâzam ve şeyhülislâmı istemeyiz” diye bağırttılar. Asıl maksadları, Midhat Paşa’yı sadârete getirmekti. İsyan hareketi yaygınlaşınca Mahmûd Nedîm Paşa sadrâzamlıktan alınıp yerine Mütercim Rüşdî Paşa getirildi. Hüseyin Avni Paşa seraskerliğe tâyin oldu, kabinede değişiklik yapıldı. Hayrullah efendi de şeyhülislâmlığa tâyin edildi. Asıl maksadları tahakkuk etmeyince, Midhat Paşa ve arkadaşları yâni Yeni Osmanlılar cemiyeti mensupları, bunu kâfî görmeyip Abdülazîz Han’ı tahttan indirme yollarını araştırdılar. Nihayet kurdukları türlü hile ve tuzaklarla 30 Mayıs 1876’da Sultan’ı tahttan indirip, Topkapı Sarayı’na hapsettiler ve yerine beşinci Murâd Han’ı geçirdiler. Bir kaç ay sonra da Abdülazîz Han’ı Fer’iyye Sarayı’nda Kur’ân-ı kerim okurken, bilek damarlarını kesdirerek şehîd ettiler. Sultan beşinci Murâd, bu işkenceli ölümü işitince üzüntüden aklî dengesini kaybetti. Hava değişimi için Yıldız kasrına nakledilerek tedâvî altına alındı. Doktorların, sultan Murâd’ın tedavisine artık imkân kalmadığını raporla bildirmeleri üzerine, Bâb-ı âlî’de toplanan Vükelâ hey’eti, sultan Murâd’ın hal’ine ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahta geçirilmesine karar verdi. Bunun üzerine Mütercim Rüşdî ve Midhat Paşa, Kâğıthane’ye gelerek Abdülhamîd Han’la görüştüler. Abdülhamîd Han, mevkiinden başka bir şey düşünmeyen Mütercim Rüşdî Paşa’ya da; “Usûl-i, meşrûtiyet ve meşverete mübteni olmayacak (dayanmayacak) bir hükümeti kabul etmem” diyerek muhteşem kol düğmelerini çıkarıp yadigâr vermiştir. Bundan sonra Bâb-ı âlî’de yapılan cülûs merasiminde okunan Hatt-ı hümâyûn ile Abdülhamîd Han Kânûn-i esâsî’yi hazırlamak üzere Midhat Paşa’yı vazîfelendirmiştir.

Sultan Abdülhamîd Han’ın bu fermanından sonra Kânûn-i esâsî çalışmaları hızlandı. Ön hazırlık olmak üzere yirmiye yakın proje hazırlandı. Çeşitli Avrupa anayasaları tercüme edildi. Ticâret-i Bahriye zabit kâtibi Es’ad Efendi, Hükûmet-i meşruta adlı bir broşürü 1876 yılının ilk yarısında neşretti. Hazırlanan bu projeler içinde en önemli olanı, Midhat Paşa ile Eğinli Küçük Saîd Paşa’nınki idi. Midhat Paşa’nın elli yedi madde ve dokuz bölüm olarak hazırladığı Kânûn-ı cedîd adlı proje, dengesiz bir meşrûtiyet rejimi taslağıydı. Bu projede icra yetkisi sâdece pâdişâha verilmesine rağmen, yapılanlardan pâdişâh sorumsuz olacak ve bütün icrâat onun adına vekiller tarafından yürütülecekti. Pâdişâhın kânuna uygun emirlerine îtirâz eden ise ceza görecekti. Proje, sekseni seçimle, kırkı hükümetçe tâyin edilecek yüz yirmi kişilik bir meclis ihtiva ediyordu. Bu meclis mutlak yasama yetkisine sâhib değildi. Seçilen meb’ûsların görev süresi üç yıldı. Hükümetçe tâyin edilenler yerinde bırakılabilirdi. Yapılacak kânunlar, Şûrâ-yı devlette görüşüldükten sonra karâra bağlanacak ve meclisin tasdikine sunulacaktı. Meclisin tasdikinden sonra icra makamına arzedilecekti. Pâdişâh tasdik ederse yürürlüğe girecek, reddettiği takdirde meb’ûslar yenilenmedikçe tekrar görüşülemeyecekti. Görüldüğü gibi, Midhat Paşanın hazırladığı projeye göre meclisin görevi, sâdece Şûrâ-yı devletten gelen tasarıları görüşmek ve devletin bütçesini düzenlemek idi. Midhat Paşa’nın böyle garîb bir “proje hazırlamasını ve devrin Kânûn-i esasi hakkındaki düşüncesine sultan Abdülhamîd Han, Hâtırât’ında şöyle îzâh ediyor: “Diyorlar ki, bizde Kânûn-i esâsî’yi kuran Midhat Paşa’dır. Gerçekten o, öteden beri meşrûtiyet yanlısıydı. Lâkin, ismini ve bâzı kitaplarda medhini işitmekle hâsıl olmuş bir tarafdârlık... Midhat Paşa, yalnız meşrûtiyet yönetiminin Avrupa’da sağlamış olduğu faydaları görmüş, fakat bu ümranın (bayındırlık ve medeniyetin) diğer sebeblerini incelememişti. Sulfato, her hastalığa, her bünyeye yaramadığı gibi, meşrûtiyet de her millete, her millî bünyeye faydalı olmayacağını sanırım. O vakit, faydalı olamıyacağını sanırdım, şimdi ise, zararlı olduğuna kâniim.

Midhat Paşa Kânûn-i esâsî’nin mutlaka îlân edilmesini teklif ettiği zaman, hiç bir devletin kânûn-i esâsîsini incelememiş ve bu konuda esaslı bir fikir edinmemişti. Akıl hocası, (ermeni) Odyan efendi ise, o zaman bile bizde mümtaz bir hukukçu değildi. Hele memleketi hiç tanımazdı. Sanırım ki bu vukufsuzluk (bilgisizlik) yüzünden Midhat Paşa ile Tâif kalesine kadar beraber gitti.

93’de (1877) Ziya Paşalar, Kemâl Beyler, Âbidîn Paşalar Kânûn-i esâsî lâyihasını hazırlamaya çalıştıkları gibi, sır kâtibim Saîd Paşa ve o sırada müşir olan Mekâtib-i harbiyye nâzırı Süleymân Paşa da, bir lâyiha düzenleyip takdîm ettiler. Ama bu kişilerin hiç biri arasında fikir birliği yoktu. Kemâl Bey bu konuda, hem Midhat Paşa’ya, hem de kendi arkadaşları ile Saîd Paşa’ya karşı idi. Bana yirmiye yakın arîza (proje) verildi. Yıldız Sarayı’nın Harbiye nezâretine aktarılan, evrak arasında saklıdır. Bu kâğıtların, târihî olmaktan öte bir değeri olmadığı için, yağma edilmemiş veya satılmamıştır ümidindeyim.

Şunu da söyleyeyim, o zaman havâs (aydınlar) arasında Kânûn-i esâsî’ye karşı olanlar tarafdâr olanlardan çoktu. Edhem Paşa, Safvet Paşa ve öteki vezir ve tanınmış devlet adamları, bir millete hazırlanmadan ceffelkalem (gelişigüzel) tam bir hürriyet verilmesine karşı idiler. Hatta, Tunuslu Hayreddîn Paşa gibi sözünü esirgemez bir vezir bile sadrâzamken bana bir ara: “Eclâfı kânun ile silâhlandırmadan önce, bir çok düşünmek gerekir” demişti. Bu deyim aynen Hayreddîn Paşa’nındır.

Fakat ben o zamanki ceryânın önüne geçemezdim. Mademki millet, kendi mukadderatını birde kendisi idare etmek tecrübesinde bulunmak istiyor, milletin istediği olsun dedim ve eldeki lâyihalar arasında Midhat Paşa’nınkîni küçük bir düzeltme ile onaylayarak bilinen hatt-ı hümâyûnu çıkardım.”

Hazırlanan bu projeleri; pâdişâh tarafından tâyin edilen, on altısı mülkiye me’muru, onu ilmiyyeden, ikisi askeriyeden (ferik) ve üç hıristiyandan müteşekkil Meclis-i mahsûs adlı bir komisyonca incelenmeye tâbi tutuldu. Bu meclisin başkanı olarak bâzı eserlerde Server Paşa, bâzılarında ise, Midhat Paşa geçmektedir. Ziya Paşa ile Nâmık Kemâl de bu komisyonun üyesi idi. Bu arada dış ağırlığı karşısında, mevcûd güçlüklerin önüne geçilebilir ümidiyle, komisyon tarafından Kânûn-i esâsî’nin îlânına hazırlık olmak üzere, milletvekillerinin seçimi ve toplantı tarzı hakkında bir Tâ’limât-ı muvakkete hazırlanarak Meclis-i vükelâya sunuldu. Meclis-i vükelânın kabul ve Pâdişâh’ın tasdikinden sonra, 28 Ekim 1876 (10 Şevval 1293)’de vilâyetlere bildirildi.

Komisyon uzun müzâkereleri esnasında Midhat Paşa, her unsurun kendi dilini öğrenip, öğretmekte ve kullanmakta serbest olmasını istemiş, bu felâkete Eğinli Saîd Paşa ve tarafdârları mâni olmuştur. Yine, Pâdişâh’a muhâkemesiz sürgüne gönderme yetkisini veren 113. maddeyi Midhat Paşa bütün muhalefete rağmen koydurmuştu. Bu sırada, müzâkereler devam ederken 1876 Ekim ayında İstanbul sokaklarında gösteriler yapıldı. Durumu, hey’et-i vükelâya götüren Midhat Paşa elebaşlarını muhâkemesiz sürmek istemişti. Sultan Abdülhamîd Han, muhâkemesiz sürgün etmenin tanzîmât ilkelerine aykırı olduğunu belirterek tasdîk etmek istememişse de Midhat Paşa’nın ısrarı üzerine tasdîk etmişti. 113. maddeyi Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa’nın koydurduğu da bâzı târih kitablarında geçmektedir. Uzun münâkaşalardan sonra komisyon yüz kırk maddelik bir projeyi Pâdişâh’a takdîm etti.

Abdülhamîd Han, hazırlanan projenin bir defa da hey’et-i vükelâca görüşülmesini istedi. Netîcede Midhat Paşa’nın konağındaki uzun münâkaşalardan sonra yüz on dokuz maddeye indirilip, Pâdişâh’a takdîm edildi. Sultan da kendisine sunulan projede bâzı tadilât yapıp, tasdîk ettikten sonra îlân edilmek üzere daha dört günlük bir sadrâzam olan Midhat Paşa’ya gönderdi. Kânûn-i Esâsî, 23 Aralık 1876 (6 Zilhicce 1293)’de Bâb-ı âlî’de yapılan merasimle îlân edildi. Bu maksadla yüz pare top atıldı. Bu sırada toplantı hâlindeki Tersane konferansında bulunan hâriciye nâzırı Safvet Paşa, top seslerini işitir işitmez ayağa kalktı ve; “Bu işittiğimiz top sesleri Kânûn-i esâsî’nin îfânını tebşir etmektedir (müjdelemektedir) demiş ve gayr-i müslimlerin haklarının müslümanlarla eşit hâle getirildiğini belirtmiştir. “Artık ictimâmız (toplantımız) zâid kalır (lüzumsuz olur)” demişse de hiç ehemmiyet verilmemiş ve toplantı devam etmiştir. Toplantıdan sonra Safvet Paşa Bâb-ı âlî’ye döndüğünde, Midhat Paşa’nın merakla; “Ne dediler, ne dediler?” sorusuna karşı; “Ne diyecekler çocuk oyuncağı dediler” cevâbını vermiştir (Bkz. Tersâne Konferansı).

Midhat Paşa meşrûtiyeti sultan Âbdülhamîd’e karşı, milletler arası bir andlaşma ile te’minât altına aldırmak için Avrupa devletleri ile bir rejim muahedesi imzalamaya kalkıştı. Bunun için de nâfiâ müsteşarı olan akıl hocası Odyan Efendi’yi, me’mûriyet-i mahsûsa ile Avrupa’ya gönûerdi. Böylece Kânûn-i esâsî’yi Avrupa devletlerinin kefaleti (garantisi) altına almak istemişti. Londra’da İngiliz Hâriciye nâzırı Lord Derby ile görüşen Odyan Efendi; “Osmanlı Devleti’nın meşrutî idareyi devletler arası bir şekle koyabileceğini ve bu hususta hükümetler tarafından taleb olunacak her nevî te’minâtı Bâb-ı âlî’nin verebileceğini söyledi. Odyan Efendi’ye bir kaç gün sonra cevâb veren Lord Derby; bu işin Osmanlı Devleti’nin bir iç mes’elesi olduğunu, Avrupa devletlerinin karışamayacaklarını söyledi. Midhat Paşa bu hâince teklifini Tersane konferansında da tekrarlamışsa da kabul edilmemiştir. Buradan Midhat Paşa’nın idaresini Avrupa devletlerinin kefaleti altına sokan bir devletin; artık istiklâlinden, bağımsızlığından eser kalmayacağını ve yabancı te’mînâtı altındaki hürriyetin esaretten daha kötü olduğunu anlamayacak, takdîr edemeyecek kadar şahsî ihtirasa kapıldığı veya ihanet içinde olduğu anlaşılmaktadır. Bunun başka türlü îzâhı mümkün değildir.

Kânûn-i esâsî’nin kabul ve îlân edilmesinden sonra daha önce düzenlenen Tâlîmât-ı müvakkate’ye göre, 1877 yılının başında ilk meb’ûs seçimleri yapıldı. Yapılan seçimler sonunda altmış dokuzu müslüman, kırk altısı gayr-i müslim olmak üzere 115 kişiden müteşekkil Meclis-i meb’ûsan ile, kırk kişi yerine yirmi altısı tâyin edilen Â’yân meclisinden meydana gelen Meclis-i umûmî 20 Mart 1877 (4 Rebîulevvel 1294)’de Dolmabahçe Sarayı’nın muâyede salonunda Pâdişâh’ın nutku ile açıldı. Gayr-i müslim ve azınlıkların daha etkili olduğu Meclis-i umûmî, elli ictimâdan (toplantıdan) sonra, 28 Haziran 1877’de, normal müddetinden on gün sonra dağıldı. Meclis-i umûmî’nîn ikinci devresi 13 Aralık 1877’de başlayıp, 16 Şubat 1878’e kadar sürdü. Bu sırada doksanüç harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus harbi başlamış, Ruslar Tuna’yı aşıp, Plevne’yi Gâzi Osman Paşa’nın şanlı müdâfaasına rağmen ele geçirdikten sonra, Balkanlarda Şıpka önlerine gelmişler ve Sofya üzerine yürümeye hazırlanmışlardı. Doğuda da Erzurum’u kuşatmışlardı. Karadağlılar ise çıkardıkları karışıklıklarla Bosna ve Hersek havalisini kana boğmakta idiler. Meclis-i meb’ûsan ise yaptığı tartışmalı ve gürültülü toplantılarda memleket faydasına olan kararlar almak şöyle dursun, ülkenin durumunu daha çok tehlikeye sokacak tartışmalara girmişti. Bunun üzerine, sultan İkinci Abdülhamîd Han, Kânûn-i esâsî’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak Meclis-i meb’ûsân’ın feshine karar verdi ve bu karârı 14 Şubat 1878 tarihli toplantıda okuttu ve meb’ûslar dağıldılar. Böylece Birinci Meşrûtiyet denilen dönem bitti. Bu suretle ilk milletvekillerinin vazifeleri sona erdi. Ancak Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Âyân üyelerinin vazifelerine son vermedi. Meclis-i meb’ûsânı Kânûn-i esâsî’nin 43. maddesindeki yetkilerine dayanarak toplantıya çağırmadı. Yürürlükte olan Kânûn-i esâsî’nin uygulamasına otuz sene beş ay dokuz gün ara verildi (Bkz. Meclis-i Umûmî).

23 Temmuz 1908’de sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından tekrar yürürlüğe konuldu. Kânûn-i esâsî’nin yeniden uygulamaya konulması ve İkinci Meşrûtiyet’in îlânı üzerine Osmanlı Devleti’nin bünyesinde bulunan gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarda filizlenip yeşermiş olan bağımsızlık fikirleri, asırlardır Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına ve yıkılmasına çalışan Rusya ve hıristiyan Avrupa devletlerinin tahrikleri, Avrupa’ya devlet parasıyla tahsîle gönderilip, yabancı fikirlerin te’sirinde kalarak Pâdişâh’a, Osmanlı Devleti’ne ve Bâb-ı âlî hükümetlerine karşı çıkan sözde aydınlardan meydana gelen İttihâd ve Terakkî Komitesi’nin, halkı, pâdişâh ve hükümet aleyhine kışkırtması ve ordu içindeki subayların grublara ayrılması gibi hususlar, memlekette otorite boşluğuna yol açtı. İleri görüşlü bir devlet adamı olan sultan İkinci Abdülhamîd Han, doğması muhtemel tehlikeleri önlemek maksadıyla 26 Temmuz 1908’de şeyhülislâm Cemâleddîn Efendi tarafından kaleme alınıp, gazetelerde yayınlanan bir îlânla Kânûn-i esâsî hükümlerine göre, gerek İstanbul’da gerek diğer vilâyetlerde Kasım ayı başında meb’ûs (milletvekili) seçimlerinin yapılacağını ve bu husûsda yetkili makamlara gereken teblîgâtın yapıldığı bildirildi. Fakat gayeleri, mevcut devleti ve nizâmı yıkmak olan İttihâd ve Terakkîciler ile gayr-i müslim unsurlar, meşrûtiyetin verdiği serbestlikten istifâde ederek, her gün yeni bir tertip ve hîleye başvurdular. Bu tahrikler neticesinde gösteri ve yürüyüşler yaygınlaştı. Meşrutî sistemin gereği, kurulan siyâsî parti didişmeleri ve başlangıcından beri pâdişâh ve Bâb-ı âlî hükümetleri aleyhinde neşriyat yapan gazetelerin tutumları da memleketin içinde bulunduğu durumun kötüye gitmesine sebeb oldu.

1908 yılının Kasım ve Aralık aylarında milletvekili seçimleri yapıldı. Bu seçime İttihâd ve Terakkî fırkasıyla, Ahrâr fırkası katıldı. Ordu içindeki subaylardan destek alan İttihâd ve Terakkî fırkası, rakîbinin seçimlerde başarı sağlamaması için her çeşit tedbire başvurdu. Hattâ etkisi altında bulundurduğu hükümet ve idare mekanizmalarından faydalanmak suretiyle, şiddet ve baskıya başvurmaktan geri kalmadı. Bu teşebbüslerinde de başarılı olarak, İttihâd ve Terakkî fırkasının çoğunluğuna dayanan bir Meb’uslar meclisi teşekkül etti. Kânûn-i esâsî gereğince pâdişâh tarafından seçilen Âyân meclisi ile birlikte Meclis-i meb’ûsân 4 Aralık 1908’de açıldı. Kısa bir müddet içinde kurulan hükümetlerle İttihâd ve Terakkî fırkasının arası açıldı. İngilizlerin ve İttihâd ve Terakkî komitesinin kışkırtmaları neticesinde meydana gelen 31 Mart vak’asından sonra sultan İkinci Abdülhamîd Han hal’ edilerek tahttan indirildi ve Selânik’e gönderildi. Yerine de sultân beşinci Mehmed Reşâd getirildi.

Sultân İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden, sonra toplanan Meclis-i meb’usan, Kânûn-i esâsî üzerinde değişiklik yapılmasını kararlaştırdı. Yapılacak bu değişiklikleri tesbit etmek üzere bir komisyon kuruldu. Komisyonun hazırladığı değişiklik tasarıları, meclisin 3 Mayıs 1909 günkü oturumunda görüşmeye başlandı. Meb’ûslar meclisi’nde kabul edilen değişiklikler, Âyân meclisi’nden geçtikten ve Pâdişâh tarafından tasdîk olunduktan sonra kesinleşti. Bu değişikliklerin tamâmı İttihâd ve Terakkî fırkasıncâ teklif edilip, aynı partinin Meclis-i meb’ûsan’daki hâkim çoğunluğu tarafından kabul olundu. Pek çok tartışmalarla geçen bu değişiklikler esnasında, başka teklifler iltifat görmedi.

Bu sırada Kânûn-i esâsî’nin 3, 6, 7, 10, 12, 27, 28, 29, 30, 35, 36, 38, 43, 44, 53, 55, 76, 77, 80, 113, 118, 119, 120, 121, numaralı maddeleri de değiştirildi. Bu değişiklik, ana hatlarıyla Osmanlı Devleti’nin şeklinde bir değişmeye sebeb olmadı.

Buna göre, daha önce olduğu gibi devletin dîni İslâm olarak kabul edilmiş, devletin başında bulunan pâdişâhın dînî ve dünyevî olmak üzere iki sıfatı hâiz olduğu, yâni pâdişâhın hem devlet başkanı hem de halîfe olduğu kabul ediliyordu. Kânûn-i esâsî’nin üçüncü maddesinin ikinci fıkrasındaki şer’î şerîf hükümlerine riâyeti sağlama hususunda yemin mükellefiyetini pâdişâha yüklemişti. Yedinci maddede ise, hutbelerde pâdişâhın nâmının zikr olunacağı, şeyhülislâmın pâdişâh tarafından tâyin edileceği ve kendisinin ahkâm-ı şer’iyyenin korunması ve uygulanmasıyla mükellef olduğu bildiriliyordu.

Meclisin feshi, toplanma müddeti, vekillerin tâyini ve sorumluluğu, vekiller ile meclis arasında çıkabilecek ihtilâfların halli sureti, kânun teklif ve görüşmesi, meclisde kabul olunan kânunların yürürlüğe konulması gibi mes’eleler daha serbest esaslara bağlandı. Buna göre meclisin feshi salâhiyeti yine pâdişâha bırakıldı. Ancak bu selâhiyet, feshi müteakip üç ay içinde yeni meclisin toplanması şartıyla idi ve feshe Âyân meclisinin de muvafakat etmesi maddesi de yer almıştı. Vükelâ (bakanlar) ile meb’ûslar (milletvekilleri) arasında bir anlaşmazlık ortaya çıktığı zaman; vekiller görüşünde ısrar edince, meb’ûslar tarafından kesin olarak ikinci defa reddedilirse, vekifler ya meb’ûsların karârını kabul eder veya istifaya mecbur olurlar. Pâdişâh, meclisi feshedebilir. Ancak yeni Meb’ûslar hey’eti evvelki hey’etin görüşünde sebat ve ısrar ederse Meclis-i meb’ûsan’ın rey ve karârının kabulü mecburîdir.

Yapılan bir değişikliğe göre de, daha önce vekiller yalnız pâdişâha karşı mes’ûl iken, Meclis-i meb’ûsan’a karşı da sorumlu olması hükmü getirildi. Açılan gensoru sonunda Meclis-i meb’ûsan’ın çoğunluğunun güven oyunu almayan vekilin düşeceği hükme bağlandı.

Meclisin toplanma süresi dört aydan altı aya çıkarıldı. Meclis-i umûmî’nin iki hey’eti (Meclis-i meb’ûsan, Meclis-i âyân) Kasım ayı başında çağrılmaya gerek olmadan kendiliğinden toplanır. Pâdişâhın iradesiyle açılır, yine pâdişâhın iradesiyle kapanır hükmü getirildi. Daha önce meclislerce kabul edilen bir kânun tasarısının kanunilik kazanabilmesi için pâdişâh tarafından tasdîk edilmesi gerekmekteydi. Bu değişiklikte; meclisler tarafından görüşülüp kabul edilen kânun tasarısı, pâdişâh tarafından tasdik edilirse kanunlaşır. Ancak iki ay içinde ya tasdik olunur veya tedkîk edilmek üzere bir kere daha iade edilir. İade olunan kânun tekrar görüşülünce, üçte iki oy çokluğu ile kabulü şartı vardır. Âcil olduğuna karar verilen kânunlar ise, on gün içinde ya tasdîk veya iade olunur.

Kânûn-i esâsî’nin Midhat Paşa’nın vazifeden alınarak yurt dışına sürgün edilmesine sebeb olan; “Hükümetin emniyetini ihlâl ettikleri zabıta idâresinin soruşturması ile sabit olan kimseleri, Osmanlı ülkesi dışına sürgün edebilmek yetkisini pâdişâha tanıyan 113. maddesinin ikinci fıkrası kaldırıldı. Ayrıca basının sansüre tâbi tutulmayacağı, toplanma ve dernek kurma hakkı da Kânûn-i esâsî’de yer aldı.

Kânûn-i esâsî üzerindeki bir kısım değişiklikler de 1911-1914 senelerinde olmuştur.

1911 yılı Kasım ayında İstanbul’da yapılan ara seçimi İttihâd ve Terakkî fırkası kaybetti. Bu seçimi kazanan Hürriyet ve İtilâf fırkası, mecliste, hükümetin Trablusgarb’ı savunmadaki başarısızlığı ile ilgili bir genel soruşturma istedi. Bâzı İttihâdçı meb’ûslar da muhalefete katıldı. Meclisin kontrollerinden çıkmak üzere olduğunu gören İttihâd ve Terakkî fırkası ileri gelenleri, sadrâzam Saîd Paşa’dan meclisi fesh etmesini istediler. Bunu yapmak için Kânûn-i esâsî’nin 7 ve 35. maddelerini değiştirerek, pâdişâha, meclisle kabîne arasında bir tartışma olmadan da meclisi fesh hakkı yeniden verilmek istendi. Hürriyet ve İtilâf fırkası, pâdişâhın yetkisini güçlendirmek için bu tedbîrin alınmasını daha önce kendisi istediğinden karşı çıkmadı. Buna rağmen değişiklik teklifi mecliste reddedildi. Böylece meclisle kabîne arasında görüş ayrılığı çıktı. Bu durum değiştirilmek istenen 35. madde ile çözüldü ve pâdişâh 18 Ocak 1912’de Meclis-i meb’ûsanı fesh etti.

Sopalı seçim olarak anılan yeni bir umûmî seçim yapılarak ikinci yasama yılı 18 Nisan 1912’de başladı. 15 Mayıs 1912’de Kânûn-i esâsî’de yapılması istenen değişiklik tasarıları tekrar meclise getirildi. 7-35 ve 43. maddelerinin değiştirilmesiyle ilgili tasarılar kolayca meclisden geçti. Fakat Meclis-i âyân’dan ve pâdişâhın tasdikinden geçmesi bâzı siyâsî olaylar sebebiyle kaldı. Ordu içinde bulunan Halâskârân-ı zâbitân grubunun baskıları sonucu Temmuz 1912’de Saîd Paşa hükümeti istifa etti. Saîd Paşa’nın istifası üzerine Gâzi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti kuruldu. Meclis-i meb’ûsan’da memleket ve millet faydasına olan kânunlar çıkmaması ve kısır tartışmaların uzaması üzerine Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, 5 Ağustos 1912’de meclisi feshettirdi ve yeniden milletvekili umûmî seçimlerinin yapılması kararlaştırıldı. Fakat Balkan savaşının patlak vermesi üzerine genel seçimler te’hir edildi. Memlekette örfi idare (sıkıyönetim) îlân edildi.

23 Ocak 1913’de meydana gelen kanlı Bâb-ı âlî baskını üzerine iktidara gelen İttihâd ve Terakkî, 1911 yılındaki Kânûn-i esâsî değişiklik tasarısını kabul ettirdi. Böylece ikinci önemli Kânûn-i esâsî değişikliği oldu. Bu değişikliğe 1911 tadilâtı denilmiştir.

1915’de yapılan bir değişiklikle meb’ûsların tahsilat (maaş) ve harcırah mes’eleleri düzenlendi. 10 Mart 1916’da yapılan bir değişiklikle 35. madde tamamen kaldırıldı. Meclisin feshi doğrudan doğruya 7. maddedeki pâdişâhın yetkileri arasına alındı. 1916’da yapılan diğer bir değişiklikle de seçme ve seçilme muamelelerinde yeni düzenlemeler getirildi. 21 Mart 1918’de yapılan bir değişiklikle de seçimle ilgili bâzı yeniliklere yer verildiği gibi, savaş hâlinde yasama döneminin uzatılabilme hükmü getirildi.

1876 yılından 1924 yılına kadar 48 yıl yürürlükte kalan ve Pâdişâhın yetkilerini ve meşrûtiyeti kabul eden Kânûn-i esâsî, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti devrinde de uygulandı. 1921 yılındaki çıkarılan Teşkîlât-ı esâsiye kanunuyla birlikte yürürlükte bulunan Kânûn-i esâsî, 1924 Anayasasının kabulüyle fiilen yürürlükten kalktı. Bu husus 1924 Anayasasının (Teşkîlât-ı esâsiye kânunu) 104. maddesiyle açıklanmıştır.

Osmanlı Devleti’nde bir dönem uygulanan Kânûn-i esâsî 121 maddeden ibarettir.

Birinci maddeden yedinci maddeye kadar olan birinci kısım, Memâlik-i Devlet-i Osmaniye başlığını taşımaktadır. Osmanlı Devleti’nin ülkesi ile bütünlüğü, başşehrinin İstanbul olduğu, saltanat ve hilâfetin Osmanlı sülâlesinden olan en büyük evlâda âid olduğu ve Osmanlı pâdişâhının yetkileri hükme bağlanmıştır.

İkinci kısım ise, Tebea-i Devlet-i Osmaniye’nin Hukûk-ı Umûmiye’si başlığını taşımaktadır. Sekizinciden yirmi altıncı maddeye kadar olan kısımdır. Bu maddelerde Osmanlı Devleti tebeasının hak ve hürriyetleri sayılmakta ve hükme bağlanmaktadır. Bu bölümde yer alan hükümlere göre Osmanlı Devleti tebeasının şahsî hürriyetleri vardır, fertler başkalarının hürriyet haklarına tecâvüz edemezler. Şahsî hürriyetler her türlü tecâvüzden korunmuştur. Hiç bir kimse kânunun tâyin ettiği sebeb ve suretten başka bir bahane ile cezâlandırılamaz. Osmanlı Devleti’nin dîni İslâm’dır. Matbûât kânun dâiresinde serbesttir. Osmanlı tebeası nizâm ve kânunlar çerçevesinde ticâret ve san’at için her nevî şirketler kurabilir. Osmanlı tebeası olan kişiler gerek fert, gerekse toplu olarak şahısları ve kamuyu ilgilendiren konularda kânun ve nizâmlara aykırı gördükleri maddelerden dolayı işin merciine veya Meclis-i umûmî’ye dilekçe verebilirler. Me’murları, yaptıkları yanlış icrâattan dolayı şikâyet edebilirler. Bütün okullar devletin gözetimi altında olup, öğretim serbesttir. Bütün Osmanlılar kânun karşısında din ve mezhep hâlleri dışında hak ve vazifeler yönünden eşittirler. Devletin resmî dili Türkçe’dir. Vergiler özel kânunlarına göre bütün tebea arasında herkesin kudretine göre belirtilir. Mülkiyet hakkı garanti altına alınmıştır. Umûmun menfeati sabit olmadıkça, kânun gereğince değer pahası peşin verilmedikçe, kimsenin tasarrufunda olan mülkü alınamaz. Osmanlı memleketleri içinde herkesin mesken dokunulmazlığı vardır. Kânunun tâyin ettiği hâller dışında bir sebebe dayanılarak hükümet tarafından zorla hiç kimsenin meskenine ve menziline girilemez. Hiç kimse, kânuna göre mensûb olduğu mahkemeden, başka bir mahkemeye gitmeye zorlanamaz. Müsadere, angarya ve cerime yasaktır. Ancak muhârebe esnasında usulen tâyin olunacak vergiler ve hâller bunun dışındadır. Kânun gereği olmadıkça vergi ve rüsumat nâmı altında ve başka bir adla kimseden bir akçe alınamaz. İşkence vesâir her türlü eziyet kesin olarak yasaktır.

Üçüncü kısım Vükelâ-yı Devlet başlığını taşımaktadır. Yirmi yediden otuz sekizinci maddeye kadardır. Bu maddelerde sadrâzam ve vekillerin (bakanların) hukukî durumu, vekiller hey’etinin pâdişâh ve meclis karşısındaki durumları tanzim edilmiştir. Bu kısımda yer alan maddelerden bâzıları şöyledir: Sadrâzam ve şeyhülislâm, pâdişâh tarafından tâyin edildiği gibi diğer vekiller de pâdişâh iradesiyle tâyin olunurlar. Meclis-i vükelâ, sadrâzamın başkanlığı altında toplanır. Vekillerden her biri dâiresine âid olan işlerden icrası me’zûniyeti altında olanları kendisi icra eder. İcrası me’zûniyeti altında olmayanları ise sadrâzama arz eder, sadrâzam bu işlerden müzâkereye muhtâc olanları Meclis-i vükelâ’nın müzâkeresine sunar. Alınan karâra göre gereğini yerine getirir. Vekiller, me’mûriyetleriyle ilgili hâllerden ve uygulamalardan sorumludur. Vekillerin me’mûriyetiyle ilgili mes’elelerden dolayı şikâyet edilirse, yapılan soruşturma ve ilgili vekilin savunmasına göre Meclis-i vükelâ genel kurulunda görüşülür. Toplantıda bulunan üyelerin üçte iki çoğunluğunun karârıyla yargılanmak üzere sadâret makamına arz edilir. Konuyla ilgili İrâde-i seniyye üzerine durum Dîvân-ı Âlî’ye havale edilir. Ve o vekil, Dîvân-ı Âlî’de yargılanır. Bu yargılama usûlü vekillerin vazîfeleriyle ilgili hususlardadır. Me’mûriyetleri dışında ve şahıslarını ilgilendiren her çeşit dâvalarda diğer Osmanlılar gibi bu hususların yargılanmasına âid umûmî mahkemelerde yargılanır.

Vekiller hey’eti bâzı şartların zuhur etmesi hâlinde, kânun hüküm ve kuvvetinde kararnameler düzenleyebilir. Meclis-i Umûmî toplantı hâlinde bulunmadığı zamanlarda, devleti bir tehlikeden kurtarmak veya genel güvenliği muhafaza etmek için bir zaruretin ortaya çıkması ve bunun için meclisin davet ile toplanmasına imkân olmadığı hâllerde, Kânûn-i esâsî hükümlerine aykırı olmamak şartıyla, vekiller hey’eti tarafından bir kararname çıkarılabilir. Bu kararname, Meclis-i meb’ûsan’ın toplanarak verecekleri karâra kadar kânun hüküm ve kuvvetindedir.

Dördüncü kısım, otuz dokuzdan kırk birinciye kadar olan maddeler, Me’mûrîn başlığını taşımaktadır. Bu maddelerde; me’murların sâhib olduğu hukukî te’mînâttan, kânûnî şartlara uygun olarak tâyin edilen bu kimselerin kanunen azillerini gerektiren hareketi gerçekleşmedikçe veya kendileri istifa etmedikçe veya devletçe zarurî bir sebeb görülmedikçe azlolunamıyacağı, değiştirilemediği için; her me’murun özel nizâm ile tâyin olunan vazifesi dâiresinde sorumlu olduğu, me’murun âmire itaatinin kânun dâiresi dışına taşamıyacağı, âmirinin kânuna aykırı emirlerine itaat etmesi hâlinde sorumluluktan kurtulamıyacağı bildirilmektedir.

Beşinci kısım ise, kırk ikinciden elli dokuzuncu maddeye kadar olup, Meclis-i Umûmî başlığını taşımaktadır. Osmanlı Devleti’nin parlamentosu olan Meclis-i umûmî’nin, Hey’et-i âyân ve Hey’et-i meb’ûsan’dan meydana geldiğini hükme bağlamaktadır (Bkz. Meclis-i Umûmî). Meclis-i umûmî’nin her iki hey’eti, Kasım ayının başında toplanır, pâdişâhın iradesiyle açılır ve Mart başında yine pâdişâhın iradesiyle kapanır. Bu hey’etlerden biri diğerinin toplanmadığı zamanlarda toplanıp karar alamaz. Meclis-i umûmî üyeliğine seçilen ve tâyin edilen kimse, meclisin açılış gününde sadrâzam huzurunda ve o gün hazır bulunmayan olur ise, mensup olduğu hey’et toplandığı zamanda başkanları huzurunda, pâdişâhın şahsına ve vatanına sadâkat ve Kânûn-i esâsî hükümlerine ve kendisine verilen vazifeye riâyet edip, aksine hareket etmekten kaçınacağına yemîn ettirilir. Meclis-i umûmî üyeleri görüş ve mütâlâalarını beyân etmekte serbesttirler. Meclis-i Umûmî üyelerinden herbirinin hiyânet ve Kânûn-i esâsî’yi bozmaya ve ortadan kaldırmaya yönelik hareketlerde bulunduğuna dâir hey’ette hazır bulunan üyelerin üçte iki çoğunluğu ile karar verilirse, yahut kanunen hapis veya’sürgünü gerektiren bir ceza ile mahkûm olursa, üyelik sıfatı ortadan kalkar ve bu fiillerin yargılanması ile cezalandırılması âid olduğu mahkeme tarafından görülüp hükme bağlanır. Bir kimse, iki hey’ete birden üye olamaz. Yeni kânun çıkarılması veya mevcut kânunlardan birinin değiştirilmesinin teklîfi vekiller hey’etine âiddir. Bunun dışında Hey’et-i âyân ve Hey’et-i meb’ûsan’ın da kânun teklif etme yetkileri vardır, kânun tasarıları evvelâ Hey’et-i meb’ûsan’da daha sonra Hey’et-i âyân’da görüşülür ve karâra bağlanır. Kânun tasarılarının her iki hey’etin müzâkere ve kabulünden geçmesi gereklidir. Her iki mecliste de oylanıp karâra bağlanan kânun tasarıları, hükümlerinin icrası için pâdişâhın irâdesine sunulur. Kânun, İrâde-i seniyye üzerine uygulanmak kabiliyeti kazanır.

Âyân ve Meb’ûsan hey’etlerinden biri tarafından reddedilen kânun tasarıları, o senenin toplantı müddetince tekrar görüşülmez. Bu hey’etlerdeki görüşmelerde Türkçe konuşulur. Her hey’etin iç işlerini kendi başkanı yürütür.

Altıncı kısım, altmışdan altmış dördüncü maddeye kadar olup, Hey’et-i âyân başlığını taşır. Bu kısımda Âyân meclisi’nin statüsü düzenlenmiştir.

Yedinci kısım, altmış beşinciden sekseninci maddeye kadar olup, Hey’et-i meb’ûsan başlığını taşır (Bkz. Meclis-i Umûmî).

Sekizinci kısım; seksen birinciden, doksan birinci maddeye kadar olup, Mehâkim başlığını taşır. Hâkimlerin ve mahkemelerin durumunu düzenleyen bu kısma göre; hâkimler vazifeden alınamazlar. Ancak istifa ederlerse istifaları kabul olunur. Mahkemelerde her türlü yargılama alenî olarak yapılır. Ancak kânûnen açıklanan bâzı sebebler dolayısıyle muhakeme gizli yapılabilir. Herkes mahkeme huzurunda haklarını korumak için lüzumlu gördüğü meşru vâsıtaları kullanabilir. Bu mahkeme kendi vazife sahası ile ilgili bir dâvanın yürütülmesinden ne suretle olursa olsun kaçınamaz. Her dâva âid olduğu mahkemede görülür. Şahıslar ile hükümet arasındaki dâvalar dahî umûmî mahkemelere âiddir. Mahkemeler bağımsız olup, her türlü müdâhaleden korunmuşlardır. Ceza işlerinde umûmun haklarını korumaya me’mur Müdde-i umûmîler (savcı) bulunacak, bunların vazifeleri ve dereceleri kânun ile belirlenecektir.

Dokuzuncu kısım ise; doksan ikinci ve doksan beşinci maddeler arasında olup, Dîvân-ı Âlî başlığını taşımaktadır. Bu maddelere göre Dîvân-ı Âlî; vekilleri, temyiz mahkemesi başkanları ile üyelerini, kendi üyelerini bâzı suçları işlemeleri hâlinde yargılayan yüksek bir mahkemedir. Yargılayacağı suçlar da; pâdişâhın şahsı ve hakları aleyhinde harekete ve devleti bir tehlike hâline götürmeye teşebbüs etmektir. Dîvân-ı Alî, İtham dâiresi ve Hüküm dîvânı olmak üzere iki dâireye ayrılmıştır. İtham dâiresi dokuz üyeden meydana gelir. Hüküm dîvânı ise. yirmi bir kişiden ibarettir. İtham dâiresi hakkında şikâyet vâki olan kimsenin itham edilip edilmediğine üçte iki çoğunlukla karar verir. İtham Dâiresi’nde bulunanlar Hüküm dîvânı’nda bulunamazlar. Hüküm dîvânı, İtham dâiresi tarafından muhakemesi lâzım olduğuna karar verilmiş dâvalar hakkında, mevcud kânunlara uyarak ve kesin olarak hüküm verir. Kararları bütün üyelerin üçte iki çoğunluğuyla alınır.

Onuncu kısım ise; doksan altıdan yüz yedinci maddeye kadar olup Umûr-i Mâliye başlığını taşımaktadır. Bu maddelerde mâlî işleri düzenleyen hükümler mevcûddur. Kısaca özetlemek gerekirse; vergi ancak kânun ile tesbit edilir ve toplanır. Devletin bütçe kânunu, gelir ve giderleri yaklaşık olarak gösteren kânundur. Bütçe kânunu, Meclis-i umûmî’de madde madde görüşülür ve tasdîk olunur, özel bir kânun ile belirtilmedikçe bütçe dışında sarfiyat yapılmaz. Bütçe kânununun hükmü bir sene geçerlidir. Kesin hesap kânunu tasarısı ilgili senenin bitmesinden îtibâren en geç dört yıl sonra Meclis-i umûmî’ye verilir, Devlet gelirlerinin toplanmasına ve sarf edilmesine me’mur olan kimselerin yaptığı işlemleri tedkîk ve murâkabe için bir Dîvân-ı muhasebat (Sayıştay) kurulacaktır. On iki kişiden meydana gelen Dîvân-ı muhasebat üyeleri, Hey’et-i meb’ûsân’dan ekseriyetle vazifeden alınmasının lüzumu tasdîk edemedikçe, hayât boyu vazife yapıp, pâdişâh tarafından tâyin edileceklerdir.

On birinci kısım; Vilâyet başlığını taşımakta olup, yüz sekizinciden, yüz on ikinciye kadar olan maddelerden meydana gelmiştir. Bu hükümlere göre; vilâyetlerin idaresi, Usûl-i tevsi-i me’zûniyet (yetki genişliği) ve vazifelerin ayrılması (tefrik-i vezâif) esasları üzerine kurulmuştur. Vilâyet, liva ve kaza merkezlerinde olan idare meclisleriyle yılda bir defa vilâyet merkezinde toplanan umûmî meclis üyelerinin seçimi sureti özel bir kânunla genişletilecektir. Belediye işleri İstanbul ve taşrada seçimle teşkil olunacak belediye meclisleri daireleriyle idare olunacak ve bu dâirelerin teşkili şekli ve görevleri ile üyelerinin seçimi tarzı özel kânun ile tâyin kılınacaktır.

On ikinci ve son kısmı teşkil eden yüz on üçüncüden yüz yirmi birinciye kadar olan Mevâd-ı Şifâ başlığını taşımaktadır. Bu kısımda yer alan hükümlere göre; memleketin bir tarafında ihtilâl zuhur edeceğini gösteren işaretler görüldüğü hâlde, hükümetin o mahalle mahsus olmak üzere, geçici olarak örfî idare (sıkıyönetim) îlân etmeye hakkı vardır. Örfî idare, kânunların ve mülkî nizâmların geçici olarak yürürlükten kaldırılmasından ibaret olup, örfî idare altında bulunan mahallin idaresi özel bir kânuna göre düzenlenecektir. Hükümetin emniyetini ihlâl ettikleri idâre-i zâbıta’nın soruşturmasıyla sabit olanları, hükümdar Osmanlı ülkesi hudutları dışına sürgün edebilir.

Bütün Osmanlılara ilk öğretim mecburî olacaktır. Kânûn-i esâsî’nin hiç bir maddesi hiç bir sebeb ve bahane ile yürürlükten kaldırılamaz. Kânûn-i esâsî’nin ancak bâzı maddeleri bâzı şartlara riâyet edilmek suretiyle değiştirilebilir. Bir kânun maddesinin yorumu yapılmak gerekince, bu kânun adlî konularla ilgiliyse Temyiz mahkemesine, idarî konularla ilgiliyse Şûrâ-yı Devlet’e, Kânûn-i esâsî ile ilgiliyse Hey’et-i âyân’a aittir. Hâlen yürürlükte bulunan kânun ve âdetler ileride çıkarılacak kânunlar ve nizamlar ile değiştirilmedikçe veya tamamen kaldırılmadıkça yürürlükte kalırlar.

Yukarıda kısaca özetlenen ve çeştili Avrupa anayasalarından mülhem olarak hazırlanan; devlet’in dîni yapısını da te’yîd eden Kânûn-i esâsî’de pâdişâhın yetki ve selâhiyetleri sınırlandırılmıştır. Fakat yetkilerinin paylaşılmasına rağmen, devlet işlerinde son söz yine pâdişâhındır. Pâdişâh vekiller üzerinde doğrudan doğruya hâkim ve icra kuvvetinin hukukî ve fiilî başkanıdır. Vekiller ise Meclis-i umûmî’ye karşı değil, pâdişâha karşı sorumludurlar ve teker teker pâdişâh tarafından tâyin ve azledilirler.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 293

2) Mir’ât-ı hakikat; sh. 202

3) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 136

4) Amme Hukukumuzun Anahatları (R.G. Okandan, İstanbul-1977); sh. 134

5) Abdülhamîd-i Sânı Devri ve Saltanatı; sh. 115

6) Abdillhamîd’in Evâil-i Saltanatı; sh. 96

7) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-13, sh. 43

8) Hâtırât-ı Abdülhamîd Han; sh. 20

9) Modern Türkiye’nin Doğuşu; sh. 162

10) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-6, sh. 3289

11) Türkiye’de çağdaşlaşma; sh. 299

12) Üss-i İnkılâb; cild-2, sh. 321

13) Osmanlı Târihi; (E. Z. Karal); cild-8, sh. 218

3 yorum :

  1. kim yazmış bunuuuu

    YanıtlaSil
  2. güzel olmuş da yaani bu kadar da ayrıntı insana kuşku veriyor doğrusu

    YanıtlaSil
  3. emek verilmiş ama çok karışık yaaaa

    YanıtlaSil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Bu ay öne çıkanlar