2012-05-31

Bundan Sonra İstanbul'a 'İslâmbol' denile

Bundan Sonra İstanbul'a 'İslâmbol' denile
Bundan Sonra İstanbul'a 'İslâmbol' denile


Fâtih Sultan Mehmed Han'ın 29 Mayıs 1453 yılında İstanbul'u fetihten sonra yaptığı ilk iş, İstanbul'u bir İslâm şehri hâline getirmek oldu. İnşâ ettiği yapılar ve camilere tahvîl ettiği eski eserler bu hizmetin büyüklüğünü gösterir. Bunun yanında Kostantıniyye ismiyle anılan şehre "İslâmbol" adını verdi(1)

Bundan sonra İslâmbol ismi de kullanılmaya başlandı. Zaman zaman pâdişâhların İslâmbol isminin kullanılmasına dâir emirleri olmuştur. Bunlardan birisi de Sultan Üçüncü Mustafa Han (1757-1774)'a aittir.

"Paralarla, emirnameler ve beratlarda kullanılan ifâdelerin birbirine uygun olması güzel bir iş olduğu için, artık "Kostantıniyye" ismi yerine "İslâmbol" isminin kullanılmasına dâir sultanımızın bir fermanı sâdır olmuştu. Binâenaleyh, bundan sonra Dîvân-ı Hümâyûn kaleminden yazılacak emirname ve beratlarda "Kostantıniyye" yerine "İslâmbol" lafzının kullanılması pâdişâhımızın emridir."
Sultan Üçüncü Mustafa Han'ın İstanbul'a
İslambol denilmesine dair fermanı

Fî 19 Rebîulâhir sene 1174 (28 Kasım 1760)
(BOA, Tahvîl Defteri, Nr. 22, s. 17)

Sabit Tunç
Yedikıta

Eylül 2008, Sayı 1

www.yedikita.com.tr

Kur'an-ı Kerim şifre kitabı mıdır? Kur'an-ı Kerim'in şifresi kitabı ve Ömer Çelakıl üzerine ilmi bir değerlendirme

Kur'an-ı Kerim şifre kitabı mıdır? Kur'an-ı Kerim'in şifresi kitabı ve Ömer Çelakıl üzerine ilmi bir değerlendirme

TAKDİM

"Kur'an-ı Kerim'in Şifresi" adlı bir kitap yazan Ömer Çelakıl adlı bir tıp öğrencisinin, Kur'an üzerinde geliştir­diğini iddia ettiği birtakım matematik­sel yöntemlerle hem geçmiş hem de geleceğe dönük birtakım bilgiler bul­duğunu iddia etti. Bu iddialarla başla­yan tartışmaların ardından, Kur'an-ı Kerim'i referans göstererek kehânet derecesine varacak çok ciddi iddialar ortaya atıldı. Bu durum doğal olarak akıllara Kabalizm ve 19'cuları getirdi.

Görünüşte öyle olmasa ve bu şekil­de gösterilmek istenmese dahi, tartış­malar sürekli olarak Kur'an-ı Kerim'in bir şifre kitabı olup olmadığı üzerine gelip düğümlendi. Zaten bu iddiaların en büyük sakıncalarından ve geçmiş­teki örneklerinden anlaşıldığı üzere, amaçları Kur'an üzerinde tartışmalarmeydana getirmek.

Biz de bu tartışmalarla ortaya çıka­bilecek birtakım yanlış anlaşılmaları önleme adına Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerin­den Prof. Dr. Davut Aydüz ile bu ko­nuda nasıl bir yaklaşım gösterilmesi gerektiği, Kur'an-ı Kerim'in iddia edil­diği şekilde gelecekle ilgili nasıl bilgiler verdiği, bu fikirlerin Kur'an-ı Kerim'e zararları, bu tür yaklaşımların temelin­de hangi fikirlerin bulunduğu gibi, ko­nu üzerinde merak edilen tüm ko­nuları konuştuk.

Prof. Dr. Aydüz'ün konuşmalarında değindiği, dikkat çektiği en önemli nokta, Kur'an-ı Kerim'in bir şifre kitabı olmadığıydı. Prof. Aydüz, bu tür yak­laşımların geçmişten günümüze daha önce de çok kereler ortaya çıktığını da hatırlattı.

****

Son ayların en yoğun tartışma konularından olan "şifreciliğin" Kur'an-ı Kerim'e yarardan çok zarar verdiğini anlatan Prof. Dr. Davut Aydüz, Kur'an-ı Kerim'in kendi deyimiyle "mübin", yani apaçık bir kitap olduğunu söyledi:

- Öncelikle "Kur'an-ı Kerim'in Şif­resi" adıyla yayınlanan bir kitabın ar­dından Kur'an üzerinde kehânet tar­tışmaları yaşandı. Size göre; insanlar bu tür fikirlere/iddialara nasıl yaklaş­malı? Buna benzer kitapları okumak için konuyu nasıl değerlendirmelidir­ler?

- Kur'an-ı Kerim; mu'cize bir kelâmdır. Mu'cize kelimesinin kökü i'câz'dır ki; o da, "âciz bırakmak" manasına gelir. Bir şeyin benzerini yapmaktan muhatabı âciz bırakan şeye de mu'cize denir. Bu ba­kımdan Kur'an-ı Kerim, Peygamber Efendimiz (sav)'in en mühim ebedî bir mu'cizesidir.

- Hangi yönden?


- Kur'an'ın mu'cize olu­şunun vecih ve cihetlerinin sayısı hususunda farklı görüşler olduğu­nu söyleyebiliriz.. İ'câzla meşgul olan âlimler birden başlayarak onlarca i'câz vechinden bahsetmişlerdir. Doğru olan da birçok âlimin belirttiği üzere, i'câz vecihlerini tahdit etmemektir/sınırlandırmamaktır. Her âlim ken­di zevkine, tabiatına ve yoluna uygun olan cihetleri almış, onları incelemiş, i'câz vecihlerini de onlara hasretmiştir.(1)

İ'câzu'l Kur'an literatüründe üzerinde en çok durulan başlıca i'câz yönlerinden bazıları şunlardır:
1    1- Dil ve Üslûp,
2- Muhtevâ özelliği,
3- Gayb bilgisi,
4- İlmî i'câz,
5- Sosyolojik deliller,
6- Sayısal i'câz (2).

Kur'an'ın her çağda öne çıkan bazı i'câz yönleri vardır. Günümüzde ise; ilmî i'câzıyle birlikte, sayısal veya matematik­sel i'câzı çokça konuşulmaktadır.

Sorunuzda; Kur'an'ın gelecek hakkın­daki bilgilerden haber vermesinden bah­sediyorsunuz, ki bu da Kur'an'ın i'caz, yani mu'cizelik yönlerindendir. Kısaca şöyle diyebiliriz: Gayb bilgisi: Kur'an'da geçmişe ve geleceğe ilişkin haberlerin bulunması, onun bir başka bir i'câz yö­nünü oluşturur. Kur'an-ı Kerim'de yer verilen tarihî olaylarla, Peygamber kıssa­ları geçmişe ait gaybî haberlerdir. Yapı­lacak bir savaşta Bizanslıların, İranlıları yenilgiye uğratacağı, Kur'an'ın tahrif edi­lemeyeceği, Hz. Peygamber'in düşman­larına karşı korunacağı, Bedir gazvesin­de Müslümanların galip geleceği, Müslü­manların Mescid-i Haram'a girecekleri ve Mekke'yi fethedecekleri önceden ha­ber verilmiş ve zaman içinde bu haberler aynen gerçekleşmiştir. İnsanların gaybı bilmesi mümkün olmadığından, bu tür haberleri ihtiva edenKur'an'ın bu yönüy­le de bir i'câz taşıdığı, İslâm âlimlerinin çoğunluğunca kabul edilir.

Tabii, sadece bunlar değil, Kur'an ge­lecekle ilgili daha birçok haber vermiştir ve verdiği haberler zamanı gelince hepsi gerçekleşecektir. Çünkü o Allah kelâmı­dır. Fakat bazı müfessirlerin ve tefsir il­miyle hiç alâkası olmayan kimselerin Kur'an'ı alet ederek gelecekten haber vermesi ayrı şeylerdir. Âyetler gelecekle alâkalı bir şey söylemediği halde, müfessir veya bir başkası kendi hevâ ve heve­sine göre "Kur'an şöyle diyor" diyerek, gelecekten haber veriyorlar. Adeta kâ­hinlikte bulunuyorlar, tabii, bunlar doğru değil. Söyledikleri şeyler gelecekte mey­dana gelmezse, bu Kur'an âyetlerinin hatası değil, âyete yanlış mana veren veya âyetin söylemediği şeyi ona söyletmeye çalışan kişinin yanlışıdır. Çünkü tekrar etmek istiyorum, Kur'an gelecek­ten haber vermiştir, haber verdiği şeyler zamanı gelince gerçekleşmiştir, haber verdiği diğer şeyler de zamanı gelince gerçekleşecektir. Kıyametin kopması, haşir, cennet, cehennem vs… Kur'an-ı Kerimin gaybden haber ver­mesine bu çerçeveden bakmalı. Kur'an'ın Şifresi isimli kitapta da doğrusu ciddi hiçbir delile dayanmadan, gele­cekten kehânet türü haberler verilmekte­dir ki, gerçekle hiçbir alâkası yoktur.

- Peki, Kur'an-ı Kerim bir şifre kita­bı mı, yoksa hayatın her anına yön ve­ren bir kılavuz olarak mı algılanmalı?

- Hayır, Kur'an bir şifre kitabı değildir. Fakat kitaba, "Kur'an-ı Kerim'in Şifresi" ismi verilmekle; Kur'an, şifreli bir kitaptır; onun için de bu şifreyi bilmeyen veya çözemeyen bu kitabı anlayamaz gibi bir yanlış anlamaya yol açılmaktadır. Halbu­ki Kur'an, şifreli bir kitap değildir. O, yine Kur'an'ın ifadesiyle "mübîn"dir, yani apaçık bir kitaptır. Başta Arapça olmak üzere, belli başlı bazı ilimleri öğrenen herkes, Kur'an'ı kendi ölçüsünde anlayıp istifade edebilir. Kur'an'ı anlamak için şifre çözmeye veya bulmaya ihtiyaç yoktur. Hem, bu şifre şimdiye kadar gizli kalmış ve bugün bulunmuşsa, demek ki Kur'an'ın kendisine indiği Peygamber Efendimiz (sav) başta olmak üzere Kur'an'ı kimse anlamamış demektir. Çünkü ne Peygamberimiz (sav), ne de daha sonraki asırlarda gelen müfessirler böyle bir şifreden bahsetmişlerdir. Ayrı­ca, böyle bir şifre aramak, Müslümanla­ra ne farz, ne de vaciptir.

Evet, Kur'an, sorunuzda da dediğiniz gibi; hayatımızın her an ve yanına yön vermesi gereken bir kılavuz kitaptır. Yoksa, şifreyi bulamayan, önceki asırlar­daki ve bu asırdaki insanlar, şifreyi bulamadıklarından dolayı haliyle Kur'an'ı an­lamamış olacaklar ve Kur'an'ın emirlerini yerine getirmediklerinden veya yasakla­rından kaçınmadıklarından dolayı da so­rumlu olmayacaklardır. Bu doğru bir şey değildir.

Şunu da söylemek isterim ki; bizim için önemli olan, şu içinde yaşadığımız andır. Biz Kur'an'a bakarız, bugün bize neyi emrediyor onu yaparız, yasakların­dan da kaçınırız. Biz bunlardan sorumlu­yuz. Yoksa bunları terkedip, biraz oriji­nalite yapmak ve meşhur olmak, biraz da zevk için "Acaba Kur'an istikbal ile il­gili ne diyor?" diye meşgul olmak, bana abesle iştigal gibi geliyor. Önemli olan, bugün Kur'an bizden ne istiyor, öncelik­le onu hayata geçirmektir.

BU TÜR KİTAPLAR İNSANLARIN İMANINI SARSABİLİR

- Bu tür araştırmalar, iddialar, yak­laşımlar sizce İslam'a zarar mı verir, yoksa fayda mı getirir? Yani, olacağı iddia edilen olayların ileride ortaya çıkması, İslam'a yönelişi sağlayabilir mi?

- İsterseniz soruyu biraz değiştirip, öy­le cevap verebilirim: Kitap, okuyucuların imanlarının artmasına mı yoksa azalma­sına mı vesile olur?

Her şeye rağmen, birkaç okuyucu­nun; "Kur'an madem bu kadar hadise­den bahsediyor, içinde bunlar var, öy­leyse bu kitap Allah'ın kelâmıdır"diye­rek, Allah'a olan imanları ve Kur'an'a olan bağlılıkları artmışsa, o zaman bu ki­tap takdire şayandır diye düşünebiliriz. Fakat, Kur'an'ı kehânet kitabına benze­tip, Kur'an'ın söylemediği şeyleri ona söyletip, Kur'an'a göre ileride şunlar şunlar olacak deyip, daha sonra da söy­lenen şeyler gerçekleşmediğinde, işte o zaman birkaç değil, birçok insanın Kur'an'a olan imanı sarsılabilir. Çünkü tarih şahit ki; Kur'an istikbal adına ne demişse hepsi olmuştur, olacak dediği şeyler de zamanı gelince gerçekleşe­cektir (Kıyametin kopması, sorgu suâl, Cennet-Cehennem vs.), Kur'an yalan söylemez. Kur'an'ın söylemediği şeyleri Kur'an'a söyletmek isteyenler ise hep yanılmışlardır. Onun için büyük müfessirler hep ihtiyatlı davranmış ve Kur'an'ın müteşâbih âyetlerinin tefsirinde ihtimalli konuşmuşlardır. Bu âyetin manası kesin şudur, dememişlerdir. Benim anladığım kadarıyla âyetin te'vili şudur, ama yine de işin doğrusunu Allah bilir demişlerdir.

- Sözkonusu kitabın yazarının ko­nuşmalarını, sözlerini takip ettiyseniz, size göre bu kişi art niyetli biri mi, yoksa samimi duygularla bir araştır­ma mı yapmış?

- Yazar, gerek kitabındaki üslûbu, ge­rekse televizyonlardaki konuşmaları iti­bariyle samimi, art niyeti olmayan bir Müslüman görüntüsü vermektedir. İşin doğrusunu elbetteki Allah bilir. Yani yarın nasıl bir görüntü sergileyeceğini bugün­den bilmek zor. Malumunuz, "Şeyh uç­maz, müridleri uçurur"diye bir söz var­dır. Buradan hareketle, yarın bu yazara değişik çevreler belli misyonları yükleye­bilirler ve o da -argo tabirle ifade edece­ğim- dolduruşa gelebilir. Zira bir TV programında, bazı seyirciler; "Siz mesih misiniz, mehdi misiniz, yoksa bir pey­gamber misiniz?" gibi sorular sordular. Ayrıca değişik kişi ve kuruluşlar tarafından da kullanılabilir. Ben bugünkü gö­rüntüsüne göre iyimser konuşuyorum. Çünkü bir TV programında, "Ben Kur'an'ı okudukça hayranlığım arttı, bu çalışmalarımı yayınlamakla başkalarının da hayranlığı artsın istedim" dedi. Tabii, kişinin beyanı esastır.
Ayrıca bir ilâhiyatçı olmadığı halde Kur'an'a ilgi duyması, üzerinde ciddî ka­fa yorması ve bunları faydalı olur düşün­cesiyle kaleme alıp neşretmesi, tebrike şayan davranışlardır. Yazar, bu çalışma­sıyla, İlahiyat veya Diyanet camiasından olmayan kimselerin de Kur'an üzerinde çalışma yapabileceklerini göstermiştir. Yani bu Kur'an, sadece İlâhiyatlılara mahsus bir kitap değildir. Fakat keşke, kitabını yayınlamadan önce işin müte­hassıslarına bir kontrol ettirseydi.


Bu eksikliğini kendisi de hisset­miş olmalı ki, "Benim yaptığım bu çalışma bir başlangıç, Arap­ça bilen ilâhiyatçılar daha ileri seviyede şeyler bulabilirler" diyor.

19'CULARLA İLGİSİ VAR GİBİ...

- Bu tür araştırmaların  19'cular veya Kabbalizmciler tarafından desteklenmiş olabileceği de konuşuldu. Sizce bunlar söz konusu olabilir mi?

- Her ne kadar yazar, "Bunlarla alâkam yok" dese de, var gibi görünüyor. Çünkü, Edip Yüksel ile görüştüğünü bir TV programında kendisi söyledi. Ondan veya çalışmalarından etkilenmediğini söylese de, benzer yönleri var. Belki ya­zarın böyle bir niyeti olmayabilir ama, ki­tabında bazı bilgileri bunu yalanlıyor. Bu­rada başka bir mesele gündeme geliyor, o da; yazar ve yayınevi ikilemi!

Yazarın Kur'an'a karşı samimî yaklaşı­mını, maalesef yayınevinde aynı şekilde göremiyoruz. Yazarın ifadesiyle, hazır ol­mayan notlarını yayınevine vermiş, yayı­nevi de kendi duygu ve düşüncesine göre önsöz yazmış, başlıklar atıp yayına hazırlamış. Böylece, yazarın da katılmayacağını zannettiğimiz bazı olumsuzluk­lar ortaya çıkmış. Meselâ, kitabın II. Bölüm'ünün başlığı; "Kur'an-ı Kerim'in Ger­çekleşen Kehânetleri”dir. Bu başlıkla, Kur'an adeta bir kehânet kitabına ben­zetilmiştir. Kehânet kitabının yazarı da dolayısıyla -Mekkeli müşriklerin Pey­gamber Efendimiz (sav) için dediği gibi hâşâ- kâhin olacaktır. Hem Peygamberi­miz kâhin olmaktan, hem de Kur'an ke­hânetten uzaktır. Aynı şekilde s. 281 'de, "..çeşitli ezoterik bilgiler ve kâhinlerin söyledikleriyle bizim Kur'an-ı Kerim'in içinden çıkarttığımız yakın geleceğimizle ilgili bilgiler arasında büyük bir paralellik bulunmaktadır"ifadesi de, Kur'an'ı kehânet kitabı seviyesine indirmektedir ki, hiçbir Müslümanın kabul edemeyeceği bir iftiradır. Bu kehânet tabirleri de yaza­ra ait gibi görünmüyor. Nitekim yazar, bir televizyon kanalında bu ifadelerin kendi­sine ait olmadığını ve bunlardan rahatsız olduğunu açıkladı.
Önemli bir diğer nokta da, yazar Kur'an üzerine bu kadar kafa yorduğuna göre, Kur'an'ın Allah kelâmı olduğuna inanan bir insan olduğunu gösteriyor. Bu çalışma boyunca yazarın Kur'an'a hay­ranlığı artmış olması gerekmektedir. Ne­tice itibariyle de, öyleyse bu Kur'an olsa olsa, ancak Allah'ın kelâmı olabilir deme­si beklenirdi. Fakat kitapta böyle bir ifa­deyi bulmak mümkün değil. Sanki Kur'an'daki bu kadar tevâfuk gayet nor­malmiş gibi verilmektedir. Bu da yazar­dan ziyade, yayınevinin üslubu gibi görünüyor. Bu üslup da, oryantalist bir üsluba benziyor.

TEK DEĞİL, BİRÇOK KURAL UYGULANMIŞ

- Kitapta anlatılan ve şifrelerin çö­zümünde kullanılan yöntem size göre Kur'an mantığına uygun mu? Ya da siz şifre yöntemini mantıklı buluyor musunuz?

- Kur'an mantığına uygun değil ve doğru da bulmuyorum. Çünkü, şifrenin esası, genellikle bir sûrede tekrar eden âyetlerden oluşuyor. Fakat birçok sûre­de tekrar eden âyetler olmasına rağmen, buralarda şifre tutmadığından olacak, bunlara hiç temas edilmemiş. Öyleyse ya şifrede bir yanlışlık var, ya da -hâşâ-bu sûre ve âyetlerde. Çünkü, 19 mucize­si ile ortaya çıkanlar, bunu bütün Kur'an'a tatbik etmişler, fakat Tevbe Sûresi'nde tutmayınca son iki âyeti inkâr cihetine gitmişlerdir. Buradan hareketle, şifrenin tutmadığı yerlerde, yeni bir şifre mi bulunacak, yoksa -hâşâ- âyetlerde bir eksik kusur mu aranacak?

Matematik yönüyle şifre tutuyor mu, tutmuyor mu, gibi bir soruya da cevap vermek isterim. Fakat ben matematikçi olmadığım için, bilmediğim sahada ko­nuşmak istemiyorum. Onun için Bilkent Üniversitesi Matematik bölümündeki ba­zı araştırmacılardan, konuyla ilgili aldığım bilgiyi aktarmak istiyorum: "Kitapta tek bir kuralın olmadığını görüyoruz. (Aynı kuralın değişik varyasyonları diye bah­sedilen) Bir çeşitlilik var. Bu çeşitlilik dü­şünüldüğünde, yüzlerce, belki de binler­ce kurala ulaştığımızı görüyoruz. Bu da, istediğimiz tarihe ya da sayıya ulaşma ihtimalini çok artırmaktadır. Bu durum şifrenin farklı varyasyonları olarak açıklanamayacak kadar genişlik kazandırmak­tadır. Verilen her örnekte metot bir mik­tar değiştirilmektedir. Bu da karşımıza verilen örnek sayısının birkaç katı kadar metot çıkarıyor. Mesela, merkez sayısı­nın bulunmasında 0,1 ve ilk sayının kul­lanılması metot sayısını 3 katına çıkarı­yor. Merkez sayısın 2. kademede yer alıp almaması, metot sayısını 2 katına çı­karıyor. Gene ikinci kademede 1 sayısını öne koyup koymama (harf-i mukataalı sûrelerde) metot sayısını 2 katına çıkarı­yor. Böyle birçok varyasyona sebep ola­cak yöntem değişikliği var. Bu şekilde metot sayısının geometrik olarak arttığını görüyoruz. Açıkça keyfilik sırıtmakta. Çünkü bu şekilde yüzlerce yönteme ula­şıyoruz. Sonuç olarak (bizce) şifreye ulaştıran bir metot sözkonusu değil. Ya­pılan şeylerin de matematiksel herhangi bir değeri yok."

- Sizin, kitaptan veya sözkonusu ki­şinin konuşmalarından tesbit ettiğiniz çelişkiler/tutarsızlıklar var mı? Neler­dir?'

- Kur'an'a duyduğu ilgi ve alâka ve göstermiş olduğu gayretten dolayı tebrik edilecek olan yazarın, İslâmî altyapısının olmaması, İslâm tarihini ve üzerinde ça­lışma yaptığı Kur'an'ın dilini, yani Arap­ça'yı bilmemesi, onun bazı hatalar yap­masına sebep olmuştur. Mesela, Mek­ke'nin fethi, hicri 13. yılda değil (s. 120-124), 8. yıldadır; Hz. Yusuf (as), Mısır'ın hükümdarı değil (s.161), hazineden sorumlu bakanı olmuştur; furkân kelimesi "ölçü" manasında değil (s.200), "ayıran, hakkı batıldan ayıran" manasındadır. Bu hataları daha da çoğaltabiliriz.

Ayrıca, tefsir kitaplarına baktığımızda, bazı âyetlerin tefsirinde büyük müfessirlerin farklı yorumlar ortaya koyduğunu görüyoruz. Buna rağmen, "Kur'an-ı Ke­rimin Şifresi" isimli kitapta, özellikle farklı yorumlara müsait âyetlerde bile ciddi bir tefsir kaynağına müracaat edilmemiştir. Sadece Türkçe yazılmış bir tefsire müracaat edilmiş ki, bu tefsir birçok yönüyle tenkit edilmiş ve reddiyeler yazılmış bir tefsirdir. Arapça bilmediği için Arapça kaynaklara müracaat edemeyen yazar, en azından Türkçe tefsirler arasında ehl-i ilim tarafından hüsn-ü kabul görmüş merhum Elmalılı M. H. Yazır’ın tefsirinden istifade edebilirdi. Böylece birçok konu­da hataya düşmezdi. Kur'an hakkında bir kitap yazarken, başta tefsir kaynakla­rı olmak üzere, diğer İslamî ilimlerdeki kaynaklardan hiçbirine müracaat edil­memesi ciddî bir eksikliktir.

Diğer bir konu da: Kur'an sûreleri, iniş sırasına göre değil, bugün elimizde olan tertibe göre sıralanıp numaralandırılmış­tır. Nüzul sırasına göre de numaralandıranlar vardır, fakat bunda çok ciddî ihti­laflar meydana gelmiştir. Yani kesinlik yoktur. Kitapta bu hususta istifade edilen kaynak olmadığı için, kimin sıralama­sının esas alındığı bilinmemektedir. Do­layısıyla bu sıralamayı yapanların yaptığı doğru mu/değil mi, tartışmalıdır. Tartış­malı bir sıralamayı şifrede kullanmak doğru değildir.

KİTABIN YAZARI KULLANILIYOR

- Bu veya buna benzer çalışmaların perde arkasındaki gerçek amaçlar sizce neler olabilir?

- Yazar, kötü niyetli birisi olabilir. Ama ben, yazarın ifadelerinden ve Kur'an'ın sûizanı yasaklamasından hareketle hüsnüzanı elden bırakmak istemiyorum. Evet, bu çalışmayı yapan yazar samimi olabilir, ama birileri bu samimiyeti suiisti­mal edebilir. Sanki kitapta bu seziliyor gibi. Çünkü bazı devletlerin kuruluşuna Kur'an'dan işaretler getirme veya bulma, meşru olmayan şeyleri meşru gösterme gayreti olabilir mi, düşüncesini akla geti­riyor. Ayrıca, yarın herkes kendi kafasına göre, bazı şeyleri meşru göstermek için Kur'an'ı kullanmaya yeltenebilirler. Aslında tarihte bazı batıl mezhepler, âyetlere yanlış mana vererek ve desteksiz yo­rumlar yaparak batıl görüşlerine Kur'an'dan destek aramışlardır. Zorlama şifreler de aynı neticeye götürebilir.
"Yazar iyi niyetli görünse bile, başka­ları tarafından kullanılabilir" dedim. Buna örnek olarak biraz önce söylediğimiz "Yazar ve yayınevi ikilemi'ni (!) göstere­biliriz,

Sonuç: Kur'an'da her şey vardır; fakat çapına, azametine, önemine, mâhiyet ve kıymetine göre vardır. Fakat Kur'an'da: en önemli mesele; Tevhîd, Nübüvvet, Haşir, kulluk, ebedî saadeti kazanma, azaptan korunma... Bunlardan başka, Allah'ın kâinattaki icraatı, sanatlarının teşhiri, sıfat ve esmasının tecellileri, sis­tem ve kürelerin muhteşem bir nizam ve ahenk içinde bunu ifâde etmesi... Bütün bunlar en ince ayrıntılarına kadar açık seçik anlatılmış ve şimdiye kadar Müslü­manlar bunlardan istifade ettiği gibi, bundan sonra da istifade etmeye devam edecektir.
Ayrıca Kur'an'a, belli devrelerde orta­ya çıkacak ilmî gelişmeler ve teknik bu­luşlar da, ehemmiyet ve kıymetine göre açıkça olmasa da, ya işâreten veya remzen Kur'an'da vardır. Fakat, herkes her şeyi onda olduğu gibi göremeyeceğin­den, çalışma, tefekkür ve ilhamla erbabının anlayabileceği nişanlar, işaretler, alâ­metler ve ipuçları halinde vardır.

Kur'an'ın indiği günden beri bu işin mütehassıslarından kimsenin an­layamadığı bir şifreyi bulmuş bir eda ile ortaya çıkan "Kur'an-ı Kerim’in Şifresi" isimli kitap, -eğer okunacaksa- yukarı­daki değerlendirmelerimiz çerçevesinde okunmalıdır.

(1) Suat Yıldırım, Kur'an-ı Kerim ve Kur'an İlimlerine Giriş, İstanbul 1983, Ensar yay., s. 174.
(2) Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansik­lopedisi, i'câzu'l Kur'an maddesi.

Sami Altun
Cuma Dergisi, 2004

Neden hilal ve laleyi sembol olarak kullanıyoruz?

Neden hilal ve laleyi sembol olarak kullanıyoruz?
Neden hilal ve laleyi sembol olarak kullanıyoruz?


Hilal ve lale

Ebced hesabında iki veya daha fazla ismin sayı değeri eşit oluşundan istifâde edilerek, bu isimlerden birini söylemekle, mecazen diğeri söylenmiş olur. Meselâ (Muhammed) ism-i şerifinin ebced ile sayı değeri 92'dir. "Aman" kelimesinin de sayı değeri 92'dir. Yaman Dede'nin şu beyti buna işaret eder:

Aman lafzı senin ismi şerifinle müsavidir.
Anınçün âşıkın zikri "aman"dır Yâ Rasûlallah.

Yine Lafza-i Celâl olan "Allah" ism-i şerifinin ebced hesabı ile değeri 66'dır. "Hilâl" ve "Lâle" kelimelerinin de değeri 66'dır. Bu kelimelerin harfleri de aynıdır. Onun için İslâm'ı temsil eden, camilere ve minarelere alem olan, İslâm devletlerinin bayraklarına koydukları "Hilâl" aslında "Allah" ismi şerifine rumuz olmakta, İsm-i Celâle hürmeten onun yerine mecazen "Hilâl" konulmaktadır.


Yine bir devre ismini veren Lâle'ye bir de bu gözle bak¬mak lâzımdır. Böylece bir lâle soğanına niçin bu kadar fazla değer verildiği anlaşılabilir. Lâle bahçelerine verilen kıymet, divân şairlerinin beyitlerindeki mânâlar daha iyi kavranabilir. Şâir lâle için şu beyti söylemiştir;

Subhu dem dönse n'ola mihr-i cemâle lâle,
Oldu mazhar aded-i İsm-i Celâl'e lâle.

(Lâle seher vakti cemâl güneşine dönse (yönelse) ne olur. Çünkü lâle ism-i Celâl’in sayısına mazhar oldu.

(Ebced hesabıyla aynı sayıya sâhib olmakla şereflendi.)

Ay'ın ikiye yarılması hadisesi - İnşikak-ı Kamer

Ay'ın ikiye yarılması hadisesi - İnşikak-ı Kamer
Ay'ın ikiye yarılması hadisesi - İnşikak-ı Kamer

"İNŞİKÂK-I KAMER" MU'CİZESİ "

İnşikâk-ı kamer, Ay'ın ikiye ayrılması demektir. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizin bir mu'cizeleridir. Bu mu'cizenin meydana gelişi, tarih ve siyerlerde kısaca şöyle anlatılır:

Resûlüllah (s.a.v.) Efendimzin, dolunaya bir işarette bulunması üzerine, ay derhal ikiye bölündü. Her iki parça da birbirinden ayrılıp uzaklaştı ve kısa bir müddet sonra da tekrar yan yana gelip birleştiler.

Bu muazzam mu'cize, müşriklerin isteği üzerine Mekke'ye pek yakın bir mesafede Minâ'da, aydınlık bir gecede vukua geimiştir. Kur'ân-ı Kerim'in bize haber verdiği en büyük ve en parlak mucizelerden birisidir.

Nübüvvetin sekizinci yılında, Hicret'ten beş yıl evvel meydana gelmiştir. Kamer sûresinin binci âyetinde, "Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı" buyurulmuştur. Pek çok sahabeden gelen rivayetlerin, Buhâr ive Müslim'de geçen şekli ile hulâsası/özeti şöyledir:

"Biz Resûlüllah (s.a.v.) ile Mekke civarında Minâ'da bulunuyorduk. Ay iki parçaya bölündü. Bir parçası dağın arkasında, öbür parçası da önünde idi. Resûlüllah (s.a.v.), 'Şâhid olunuz!' buyurdu." Mu'cizeyi bizzat gören müşrikler, Resûlüllah (s.a.v.)'i kastederek, birbirlerine, "Bu size büyü yaptı"dediler. İçlerinden biri:
— Eğer ay'a büyü yaptıysa, büsbütün dünyayı tutacak değil ya! Siz, gelen yolculardan bir sorunuz bakalım, görmüşler mi? Eğer bu hâdiseyi onlar da sizin gördüğünüz gibi gördüklerini söylerlerse, Muhammed (s.a.v.)'in nübüvvet iddiası doğrudur. Aksi takdirde bu bir sihirdir, dedi. Ve sorduklarında yolcular:
— Evet, gördük; ay ikiye bölündü, demişlerdir.

Ayrıca bu mu'cizenin vukuuna dair başka deliller de yardır. Şifa Şerhi'nde Aliyyülkâri (rh.)nin, Muvazzah İlm-i Kelâm'da ÖmerNasuhi Bilmen merhumun bazı tefsirlere atfen bildirdiklerine göre, Hindistan'da bulunan bir heykelin üzerinde, 'Kamer (ay) ikiye bölündüğü yıl yapılmıştır" diye yazmaktadır.

Ay zeminindeki çatlak ve ayın ikiye ayrılması mucizesi (inşikak-ı kamer)

Ay zeminindeki çatlak ve ayın ikiye ayrılması mucizesi (inşikak-ı kamer)
Ay zeminindeki çatlak ve ayın ikiye ayrılması mucizesi (inşikak-ı kamer)
"İnşikâk-ı kamer" mu'cızesl mevzuunda, günümüzde ay etrafında dolaşan ve Sputnik adı verilen uydulardan alınmış -dünyadan çekilebilen fotoğraflara nazaran mesafeleri daha çok yaklaştıran- ay yuvarlağı ile alâkalı fotoğraflarda, ay sathının/yüzeyinin tam ortasında yukarıdan aşağıya uzanan bir çatlak görülmektedir. Bu çatlak, takriben bir buçuk kilometre genişliktedir.

Amerikalılar bu çatlağa 'Radley Rille' adını vermişlerdir. Bu çatlakla alâkalı olarak Apollo-15’le gerçekleştirilen derinliğine araştırmalar, bugüne kadar halka açıklanmadığına göre anlaşılan, bundan sonra da açıklanmayacaktır.

Nitekim dünyaca meşhur İngiliz gazetesi The Guardian’ın, 29 Temmuz 1971 tarihli nüshasında yayınlanan yorum-haber, Batının bu işten korktuğunu ortaya koymuştur. Orada çıkan yazıda, Müslümanlar'ın daha şimdiden bu fotoğraflara dayanmak suretiyle, İslâm Peygamberi (s.a.v.)'ne atfedilen 'ay'ın ikiye bölünmesi' mu'cizesinin gerçekliğine dair isbat yoluna girdikleri... tarzında açıklamalara yer verilmişti.

Acaba bir gün, ilim namusu ağır basan insaflı astronotlar çıkıp, bu yarığın aslı ve esası mevzuunda insanlığa ışık tutacak, bunun, inşikâk-ı kamer mucizesinde meydana gelen çizginin bir kısmını teşkil ettiğini açıklayabilecekler mi?.. Ne dersiniz?

اقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانشَقَّ الْقَمَرُ

İkterebetis sâatu ven şakkal kamer(kameru).

(Kıyamet yaklaştı ve ay ikiye ayrıldı.)
Kamer Suresi, Ayet:1

Süt annesi Hazreti Halime, Peygamberimizi (s.a.v.) anlatıyor

Süt annesi Hazreti Halime, Peygamberimizi (s.a.v.) anlatıyor
Süt annesi Hazreti Halime, Peygamberimizi (s.a.v.) anlatıyor

"Muhammed Mustafâ'nın mübarek cismini yeşil bir ipeğe sarmışlar, üstüne de sütten beyaz ve misk kokulu beyaz bir yün örtmüşlerdi.

Peygamberimizi (s.a.v.) mübarek arkası üstüne yatırmışlardı. Uyuyordu. Cemâl-i şerifine baktım, uyandırmaya kıyamadım. Yavaş yavaş yanına vardım. Elimi göğsünün üstüne koydum. Mübarek gözlerini açıp yüzüme baktı, güldü ve gözlerinden bir nur çıkıp tâ göklere yetiştiğini gördüm. Onu, iki gözlerinin arasından öptüm ve ona sağ mememi verdim, aldı. Doyana kadar emdi. Ondan sonra sol mememi verdim, almadı. Daha sonra da hep böyle yaptı. Dâima sağ mememi emerdi, sol taraftan hiç emmezdi.

Bir merkebimiz vardı, yürümezdi. Mekke'den kendi yerimize dönerken merkep öyle hızlı yürümeye başladı ki, diğer kadınların merkepleri arkamızda kaldı.
Bir devemiz vardı, çocuğumuza gıda olacak kadar süt vermezdi. Peygamberimizi alıp evimize getirir getirmez kocam deveyi sağmaya gitti. Gördü ki, memeleri sütle dopdolu olmuş. Kocam dedi ki: Yâ Halîme! Aldığın yetimin ayakları mübarek imiş. Gelir gelmez bereketi zahir oldu, gecemiz bir başka oldu.

O yıl öyle bir kıtlık yılı idi ki, davarlar otlayacak bir şey bulamazlardı. Bizim koyunlarımız Allah'ın fazlı ve inayeti ile sütlenirdi. Bolluk ve nimetler içinde geçinirdik.
Diğer kimselerin davarları bir damla süt vermezdi. Çobanlarına tenbih ederler, siz de davarınızı Halîme'nin davarlarının gezip otladığı yere alın götürün, derlerdi.
Onlar da öyle yaparlardı, fakat yine fayda vermezdi."

Halîme Hatun Peygamber Efendimizi yanından hiç ayırmazdı. Bir gün Resûlullâh Efendimiz, süt kardeşi Şeymâ ile öğle sıcağında kuzularının arasına gittiler. Halîme hanım gidip onları buldu. Bu sıcakta niçin dışarı gidiyorsunuz? dedi. Şeymâ dedi ki: Anneciğim! Kardeşime sıcak dokunmaz. Ben gözlerimle gördüm. Gezdiği yerlerde başının üzerinde bir parça bulut, o nereye giderse onunla beraber gidiyor, durduğu zaman da duruyor.

Sallallâhü aleyhi ve alâ âlihî ve sellem.

Dört mezhepten birini tercih etmek caiz, uymak ise her Müslümana vaciptir

Dört mezhepten birini tercih etmek caiz, uymak ise her Müslümana vaciptir
Dört mezhepten birini tercih etmek caiz, uymak ise her Müslümana vaciptir

Allâhü Teâlâ Hazretleri bazı şeyleri farz, bazı şeyleri vâcib, bazı şeyleri haram, bazı şeyleri mekruh ve bazı şeyleri de mubah kılmıştır.

Resûlullah (aleyhissalavatu vesselam) da bazı şeylere sünnet, bazı şeylere müstehab demiştir. Bu hükümler Allâhü Teâlâ'nın kitabında ve Resûlullah'ın (aleyhisselâm) hadîslerinde vardır. Fakat bazısı açıktır, herkes anlar, bazısı gizlidir, onları ancak ictihad derecesinde olan âlimler anlar.

Allâhü Teâlâ o âlimlere arabî ilimlere, usul ilimlerine ve ahkâm çıkarma hususunda çalışıp yorulmalarını Kur'ân-ı Kerîm ve Resûlullah'ın sözü ile fiilleri ile ve ashâb-ı kiramın icma'ı ile, gizli olanları delil ve emarelerle, istihraç ve kıyâs ile bulup, meydana çıkarıp anlatmalarını ve bunlarla amel etmelerini, müctehid olmayanlara öğretmelerini emretmiştir.

Müctehid olmayanlar bu müctehidlere uymak ve onları taklîd etmek ile memurdurlar. İctihâdda zahmet çekmelerine karşılık, insanlara kurtuluş yolunda rehber ve imâm oldukları için bunlara çok sevap verilir. Müctehid, içtihadında yanıldı ise mazurdur, günah olmaz. Yanılması affedilir, sevaba kavuşur.

Amele âit hükümlerde yanılan müctehidler affedilir, sevap bile kazanır. İtikadda hata affolunmaz. Bunun hakkında çok hadîs-i şeriften bir hadîs-i şerifte: "Doğruyu bulana iki, yanılana bir sevap vardır." buyuruldu.

Müctehidler derecesinde ilme ulaşamayanlara Allâhü Teâlâ bu müctehidierden birine uyup, onun sözü ile amel ederek ve sevaba kavuşmasını emretti. Uyduğu imam, âlim, mezhep sahibi hatâ etmiş olsa da sevap kazanır.

Dört mezheb(Hanefî, Şafiî, Mâlikî, Hanbelî)den herhangi birini tercih etmek caiz, tercih ettiği mezhebi ile amel etmek vacip olur.

Târihin Şahitleri; Yıldız fotoğraf albümleri

Târihin Şahitleri; Yıldız fotoğraf albümleri
Târihin Şahitleri; Yıldız fotoğraf albümleri 


19. asrın en büyük keşiflerinden biri olan fotoğ­rafın (Photograph: photo = ışık, graph = çizim) te­melleri aslında bundan asırlar öncesine dayanır. Fo­toğraf makinesinin çalışma usûlünün, Latince'de "karanlık oda" mânâsına gelen "camera obscura" ifâdesine dayandığı bilinmektedir. Mevzu ile ilgili ilk bilgiler XI asırda yaşamış Arap asıllı ilim adamı Basralı El-Hazen'in, optik ilmi el yazmasında tafsilatlı bir şe­kilde anlatılmıştır. Karanlık oda'nın en basit îzâhı şöy­ledir: Karanlık bir oda duvarında açılmış küçük bir de­likten içeri giren ışığın, karşı duvarda ve deliğe belirli uzaklıklarla yerleştirilmiş beyaz bir perde üzerinde, dışarıdaki görüntüyü ters olarak aksettirmesidir. Bu tek­nik, eski çağlardan bu yana tatbik olunagelmiştir. Bil­hassa güneş tutulmalarının rasadında ve mimarî sa­hada bu teknikten yararlanılmıştır. Konya Karatay Medresesinin sahn tepesindeki açıklıktan ortadaki havuza akseden semânın görüntüsü ile rasadın yapıl­mış olması, Selçuklu medrese mîmârisinde karanlık oda usûlünün kullanılmış olduğunu ispatlamaktadır.

Göksu Çeşmesi (1880)
Göksu Çeşmesi (1880)
  
Târihî seyir içinde çeşitli merhaleler geçiren fo­toğraf makinesinin asıl icadı, Fransız İlimler Akade­misi mucitlerinden J. M. Daguerre tarafından yapıl­mıştır. Daguerre, kendi adıyla bilinecek tekniğini geliştirerek 1839 yılında bağlı bulunduğu akademinin basın bülteninden tüm dün­yaya îlân etmiştir.

Fotoğrafın Osmanlı Devleti'ne Gelişi
  
İcadının üzerinden fazla bir vakit geç­meden Takvim-i Vekâyi Gazetesi'nin 28 Ekim 1839 (19 Şaban 1255) Pazartesi gün­kü 186. sayısında fotoğraf makinesinin bulunuşu îlân edilmiştir. Haberde fotoğra­fın târihî seyri anlatılmış, teknik hususiyet­lerinden söz edilmiş, ayrıca M. Deguerre hakkında tanıtıcı bilgiler verilmiştir. Osmanlı coğrafya­sında bu haber neşrolunurken M. Deguerre'nin çırak­larından pek çoğu bu tekniği öğrendikten sonra dün­yanın dört bir yanına dağılmışlardır. Bu fotoğrafçılar­dan bazıları İstanbul'a da gelmiştir. Bunlardan biri Av­rupalı seyyah M. Kompa'dır.

Ceride-i Havadis Gazetesi'nin 8 Cemâziyelâhir 1258 (7 Temmuz 1842) tarihli nüshasında fotoğrafın resme göre çabukluğu şöyle anlatılmaktadır; "Res­samların bir adamın resmini yapacakları vakit günler­ce adamı karşılarına oturtup, defalarca nazar edip kemal-i sabr ile hayli zahmetli resmettikleri, lâkin bu âlât ile resim olunacağı vakitte güneşte altı saniyede ve güneşsiz vakitte yarım dakikada ol âlât vasıtasıyla resm edip bitirdikleri" belirtilmektedir.

Eminönü'nden Galata Köprüsü'nü gösteren bir fotoğraf (1901-1902)
Eminönü'nden Galata Köprüsü'nü gösteren bir fotoğraf (1901-1902)

Ayrıca M. Kompa'nın fotoğraf sanatını bilhassa pazar günleri Beyoğlu'nda saat dokuzda başlayıp adam başı onar kuruşa teşhir ettiği anlatılmaktadır. Bir adam veya birkaç adamın fotoğrafının çekilmesi yüz kuruştan yüz yetmiş beş kuruşa kadar olup manzara resmi ise yüz yirmi beş kuruştan büyüklüğüne göre bin kuruşa kadardır. Ayrıca Kompa'nın fotoğraf için lazım olan âletlerini dahi satacağı haberde neşrolunmuştur.

İlk olarak seyyahlar tarafından Osmanlı coğrafya­sı fotoğraflanırken bir taraftan da Yıldız fotoğraf albümlerinin temeli atılmıştır. Fotoğraf kısa bir sü­re sonra gündelik hayatın başka sahalarında da kullanılmaya başlanmış, harp fotoğrafçılığı diye ye­ni bir meslek dalı ortaya çıkmıştır. 1853-1856 yılla­rı arasında Ruslarla yaptığımız Kırım Savaşı dünya târihinde fotoğraflanan ilk savaş olduğu gibi, ayrı­ca Osmanlı Devleti'nde gazetecilik maksatlı çekilen ilk fotoğraf olmuştur.


Yıldız Fotoğraf Albümülerinden birinin ön ve arka kapağı
Yıldız Fotoğraf Albümülerinden birinin ön ve arka kapağı
İstanbul'da ilk stüdyo, 1856 yılında Alman kim­yager Rabach tarafından Beyoğlu'nda kurulmuştur. Rabach yanına Ermeni asıllı üç kardeşi (Abdullah Bi­raderler) çırak olarak almıştır. Rabach, 1858 yılında ülkesine geri dönmek isteyince stüdyosunu bu üç kardeşe dev­retmiştir. Böylece Osmanlı Devleti'nde yerli fotoğrafçılar döne­mi başlamıştır. Üç kardeş, Sul­tan Abdülazîz Han'ın heybetli fotoğrafını çekmekle "Sultan Fotoğrafçısı" unvanını kazan­mışlardır. Sultan İkinci Abülhamîd Han devrine kadar bu un­vanlarını korumuşlar, bir ara kaybetmişlerse de tekrar bu un­vanı elde etmişlerdir. Osmanlı Devleti'nde ilk profesyonel stüdyoyu kuran Vincent Abdul­lah, (Abdullah Biraderlerin en bü­yüğü) daha sonra Müslüman olarak Abdullah Şükrü ismini almıştır. Bu dönemde İs­tanbul hâlâ cazibesini korumaktadır. Batıdan gelen fotoğrafçılar 'Osmanlı Devleti'nde dikkat çekici ne varsa hepsinin fotoğrafı çekilmelidir' düşüncesiyle so­kakta çalışan esnafı, ağaç dibinde tıraş yapan berbe­ri, Sirkeci'de sandalla Üsküdar'a yolcu taşıyan yolcu kayıklarını, Yüksek Kaldırım'da ellerini güneşe karşı gölgelik yapıp fotoğrafçıya poz veren Osmanlı insanı­nı, dar sokaklarda yangın söndürme talimleri yapan tulumbacıları, her yıl mübarek beldelere gönderilen Surre Alayı'nı, Haliç'te süzülen Şirket-i Hayriye vapurlarını, eski Boğaziçi'ni, Göksu deresini, Kağıthâne deresini, şâir mesire yerlerini, mahalle kahvesin­de askerlik hatıralarını anlatan Osmanlı paşalarını, arzuhalcileri, sırtında küfesi ile çiçek satıcılarını, elle­rinde fırçaları ile baca temizleyicilerini, mezarlıkları­mızı ve Osmanlı hayatını anlatan daha pek çok şeyi fotoğraflamışlardır.

Beyoğlu Kışlası (Eminönü) itfaiye alayı (1880 - 1893)
 Sultan Üçüncü Selim Han'dan Sultan İkinci Abdülhamîd Han'a kadar hemen her pâdişâhın portre­si ya da fotoğrafı vardır. Ancak Abdülhamid Han'ın yaklaşık 36 000 kareden meydana gelen Yıldız fo­toğraf albümlerinde kendisine ait tek bir fotoğrafı bulunmamaktadır.

Abdullah Kardeşler, Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın fotoğraflarını çekmişlerse de bu çekimler izinsiz olduğu için sultanın emriyle 26 Aralık 1880 târihinde çıkarılan irâdeye dayanılarak fotoğrafın nüshaları ve cam negatifi imha edilmiştir. İrâdenin sadeleştirilmiş metni şu şekildedir:

"Fotoğrafçı Abdullah'ın ruhsat ve izin almaksızın pâdişâh hazretlerinin fotoğrafını çıkardığı, sadrazama gönderilen fotoğraftan anlaşılmıştır. Bu fotoğraf­tan öteye beriye ne miktar dağıtılmış ise hızlı bir şe­kilde toplatılıp, bundan sonra bir adet bile çıkarılma­sının yasaklanması gerekmektedir. Adı geçene, izin almadan böyle bir davranışta bulunduğundan dolayı düzenlenecek cezanın hızlı bir şekilde uygulanması pâdişâh hazretlerinin emrinin gereğidir.

(Rumi) 13 Kanunuevvel 1296 - (Hicri) 22 Muharrem
1298-(Miladi) 25 Aralık 1880 İmza-Ali Rıza"

İkinci Abdülhamîd Han'ın Fotoğrafa Verdiği Ehemmiyet ve Yıldız Fotoğraf Albümleri

Sultan Üçüncü Selim Han'dan bu yana Osmanlı Devleti'nde resim ve fotoğraf bizzat sultanlar tarafın­dan desteklenen meslekler olmuşlardır.
"Her resim bir fikirdir. Bir resim yüz sayfa ile ifâde olunamayacak siyâsî ve hissi mânâları telkin eder. Onun için ben tahrirî münderecâttan (yazılı bilgiler­den) ziyâde, resimlerden istifâde ederim."

Hicaz Demiryolu Hattının, Amman - Maan hattındaki Büyük Köprü (1903)
Hicaz Demiryolu Hattının, Amman - Maan hattındaki Büyük Köprü (1903)

Osmanlı Devleti'nde fotoğrafçılığa en fazla ehem­miyet verilen devir yukarıdaki sözün sahibi, Sultan İkinci Abdülhamîd Han devridir. Güzel sanatlarla da ilgilenen pâdişâhın kendisi de fotoğraf çekmiştir. Devlet-i Aliyye'nin en buhranlı olduğu bir devirde tahta çıkan sultan, her ilimden yararlandığı gibi bu meslekten de yararlanmasını bilmiştir. Fotoğrafı ade­tâ saray dışının bir aynası gibi kullanmış, Devlet-i Aliyye'de olan hâdiseleri bu yolla öğrenmiştir. Ayrıca dev­let toprakları içinde olduğu gibi Amerika kıtasından Japonya'ya kadar neredeyse dünyanın tamamından haberdar olmuştur.

Kabe-i Muazzama
Kabe-i Muazzama


Yabancı seyyahlar, Rum ve Ermeni fotoğrafçılar­dan sonra mühendishâne ve askerî okullarda yetişen Yüzbaşı Hüsnü (1844-1896), Servili Ahmed Emin (1845-1892), Ali Rıza Paşa (?-1907), Ali Sami Aközer (1866-1936), Fahrettin Türkkan Paşa (1868-1948) gi­bi asker menşeli fotoğrafçılar fotoğraf sanatını azınlık tekelinden kurtarmışlardır. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, yerli yabancı bütün fotoğrafçılara ülkedeki hâdi­seleri ve temel müesseseleri çekme vazifesi vermiştir. Hemen hemen bütün donanma gemileriyle askerî müesseselerin, fabrikaların, mensuplarının, bütün devlet binalarının, okulların, hastahânelerin, camile­rin, karakolların, saat kulelerinin, târihî mekânların, tabiatın, devlet memurlarının, esnaf kollarının, su bentlerinin, ziyarete gelen.yabancı devlet adamlarının yurt içinde yaptıkları seyahatlerinin kısacası akla gele­bilecek her türden fotoğrafın çekimi bu devirde yapıl­mıştır. Arşiv vesîkaları da yukarıdaki zikredilenleri teyid etmektedir. Meselâ Yanya'da inşâ ettirilen saat kulesinin fotoğrafı Dersaâdet'e gönderilmiştir. Ayrıca Hicaz Demiryolu hattının ve mübarek beldelerin de fotoğrafı çekilmiştir. Günümüzde bile bu fotoğraflar­dan bu coğrafyayı takip etmek, yüz yıllık değişmeyi tespit etmek mümkündür.

Her sene Mekke-i Mükerreme, Medîne-i Münevvre'ye gönderilen Surre Ala-yı'nın Yıldız Sarayı'ndan hareket merasimi, Isveç-Norveç Kralı II. Oskar'ın ziyareti (1885), Alman İmparato­ru II. Wilhelm ve eşi imparatoriçe Augusta Victo­ria'nın ziyareti (1898) ve gelişlerinin hâtırasına Sultanahmed Camii yanında inşâ ettirilen günümüzde de hâlâ ayakta olan Alman çeşmesinin fotoğrafları, Iran Şahı Muzaffereddin Şah'ın ziyareti (1900) gibi daha pek çok memleket sathında gerçekleşmiş hâdiseleri fotoğraflarla takip edebilmek mümkündür.

İstanbul veya herhangi bir vilayette manzara fotoğrafı çek­mek husûsi izne tâbi olup, bunun denetiminin zabı­taca yapıldığı, arşiv vesikaları ve gazete haberlerinde anlatılmaktadır. Ayrıca fotoğraf ve her nevi tesâvire mahsus bir verginin alındığı bilinmektedir.




Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın, Yıldız Hamîdiye Camii'ndeki Cuma selamlığı merasiminden Saraya dönüşünü gösteren bir fotoğraf (1908)
Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın, Yıldız Hamîdiye Camii'ndeki Cuma
selamlığı merasiminden Saraya dönüşünü gösteren bir fotoğraf (1908)
Sultan Abdülhamîd Han çok iyi bir İnsan sarrafı (fizyonomist)'dır. Pâdişâh, Harp Okulu'na alınacak öğrencilerden ikişer adet fotoğraf alınması şartını koydurmuş, okula alınacak öğrencileri resimlerden bakarak seçmiştir. Ayrıca sultan, tahta cülusunun 25. senesinde Osmanlı topraklarında çıkarılacak af için, devletin bütün cezaevlerindeki mahkûmların tek tek veya üçerli gruplar halinde fotoğraflarını çektirmiştir. Fotoğrafların altına mahkûmiyet sebebini yazdırmış ve bu fotoğraflardan seçtiği mahkûmlar için af çıkar­mıştır. Pâdişâh niye böyle bir yol tatbik ettiğini hatıra­larında şöyle îzâh etmiştir.

"Bir İngilizce kitabın tercümesini okumuş idim. Çünkü vakâyı cinâiyyeye (cinayet vakalarına) mera­kım vardır. Tercüme ettirdim. Nihayetine nazar olu­na! O kitapta cânîlerin ekserisinin başparmağının ucu şehâdet parmağının ortadaki boğumu geçiyor, çok uzun oluyor. Elleri yabanî bir hayvan pençesi şeklini alıyor diye görmüş idim. Merak bu ya, o zaman em­rettim. Hapishanelerde ne kadar kanlı katil varsa hep­sinin fotoğraflarını aldırdım. Filhakika başparmak hepsinde uzun idi. Hem de her şeyi benziyor. Lâkin eller her şahısta başka şekillerde oluyor. Avrupa'da bundan bi'l-istifâde canilerin resimlerinden bi't-tatbik erbâb-ı cerâimi (suçluları) yakalıyorlar."

On dokuzuncu asrın sonlarında dünyadaki hâkim güç İngiltere, Fransa ve yeni târih sahnesine çıkmış Amerika Birleşik Devletleri'dir. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Osmanlı Devleti'nin hiç de bilindiği gibi has­ta adam olmadığını, hemen her sahada yeniliklerin gözle görülür bir şekilde artarak devam ettiğini uluslararası sahada ispat etmek için bir nevi psikolojik sa­vaş yapmıştır. Pâdişâh, 1893 yılında Abdullah Kardeş­lere çektirdiği 51 albüm fotoğrafı İngiltere Kraliçesi, Fransa Kralı ve ABD başkanına göndermiştir.



Karacaahmet Mezarlığı Üsküdar
Karacaahmet Mezarlığı Üsküdar
Pâdişâh devlet başkanlarının yanı sıra Londra'da British Museum ve Washington'daki Kongre Kütüp­hanesine de çeşitli albümler göndermiştir. British Museum'a gönderdiği albümlerden on yedisi OsmanIı coğrafyasında yer alan târihî ve tabîî güzellikleri, on yedisi Osmanlı kara ve deniz birliklerinin fotoğrafları­nı, on beş tanesi sivil okullarda ve askerî mekteplerde tahsil gören talebelerin yaptığı çalışmaları, iki tanesi ise sarayda yetiştirilen atları mevzu edinmiştir.

Muhtevasını yukarıda kısaca îzâh etmeye çalıştı­ğımız Yıldız Fotoğraf Albümleri, sadece Osmanlı coğrafyası için değil, dünya fotoğrafçılığı için de ehemmiyetli ve değerli bir koleksiyondur. Mükerrer­leri dâhil 962 albümde toplanan 38599 kareden meydana gelmiş dev bir albümdür. Bu karelerin iki bin kadarı gravür, az bir miktarı basılı fotoğraf, geri kalan kısmı da mükerrerleri ile beraber orijinal fotoğ­raflardan oluşmaktadır. Fotoğrafların pek çoğu Malûmat, Servet-i Fünûn ve Resimli Kitap gibi mevkute­lerde neşredilmiştir.


Fotoğraflar ağırlıklı olarak İstanbul ve Osmanlı toprakları olmak üzere Amerika kıtasından Çin Seddi'ne kadar olan coğrafî sahayı ihtiva etmektedir. Fo­toğrafçıların adedi hususunda kesin bir rakam söylenememekle beraber 263 rakamı zikrolunmaktadır.

Albümlerin bize ulaşma şekli ise oldukça ilginçtir. 32 yıl, 7 ay, 27 gün padişahlık yapan Sultan İkinci Abdülhamîd han, 1909 yılında tahtından indirilirken Yıl­dız Sarayı yağma ve talan edildi. Kütüphane vazîfelisi Kalkandelenli Sabri Bey, paha biçilemez eserler ve koleksiyonların yağmalanmaması için kütüphane kapısı­nın eşiğine yatıp, hiç kimsenin kendisini öldürmeden içeri giremeyeceğini söylemiş ve kimseyi içeri sokma­mıştır. Nezih mekân ve nefis eserler yok olup gitmek­ten bu şekilde kurtarılmıştır.

Mühendishâne Mektebi talebelerinin yapmış olduğu köprü maketi
Mühendishâne Mektebi talebelerinin yapmış olduğu köprü maketi

Yıldız Fotoğraf Albümleri, İstanbul Üniversitesi Na­dir Eserler Kütüphânesi'ne devredilmiştir. Fotoğrafla­rın birtakım kopyaları, yapmış olduğu başvuru üzeri­ne İslâm Konferansı Teşkilatı, Târih Sanat ve Araştır­ma Merkezi (IRCICA)'ne verilmiştir.

Nişantaşı Çeşmesi 'nin açılışı (1902)
Nişantaşı Çeşmesi 'nin açılışı (1902)
Albümler saray ciltçileri tarafından husûsi olarak ciltlenmiş olup, kapaklarda umûmi olarak bordo ve yeşil kadife kumaş tercih olunmuştur. Bazı albümler­de de muhtelif renklerde cilt bezleri veya deriler kul­lanılmıştır. Albümlerde standart bir ölçü takip edil­memiştir. 78x55 cm. ebatlarında albümler hazırlan­dığı gibi 41x32 cm. gibi daha küçük ebatlarda da fo­toğraf bulmak mümkündür. Bunun yanında birkaç fotoğrafın birleşmesinden meydana gelen panaro-mik fotoğraflar da vardır. Süslemeler kapağın hem arka hem de ön tarafına aynı tip yapılmaya dikkat edilmiştir. Süslemeler cilt bezi üzerine altın yaldız baskı olduğu gibi ayrıca elle yapılan bordürler veya metal rozetler ile yapılan süslemelere de rastlanmak­tadır. Motif olarak Osmanlı arması, pâdişâh tuğrala­rı, ayyıldız ve yaprak kullanılmıştır. Albümlerde kalın beyaz kartonlar kullanılmıştır.


Soner DEMİRSOY
Yedikıta
Sayı 1, Eylül 2008


Kaynaklar
____________________________________

Bahattin Öztuncay, Dersaadet'in Fotoğrafçıları, İstanbul 2003.

Ceride-i Havadis, 8 Cemâziyelâhir 1258 (7 Temmuz 1842), S. 95.

Engin Özendes,  "Osmanlı'da Fotoğraf Sanatı", Türkler, c. 15, İstanbul 2002.

Engin Özendes, Abdullah Freres, İstanbul 1998.

Engin Özendes, Osmanlı İmparatorluğu'nda Fotoğrafçılık, İstanbul 1995.

Hidayet Nuhoğlu, Orhan M. Çolak, "Osmanlı'da Fotoğrafçılık", Türkler, C. 14, İstanbul 2002.

Hidayet Nuhoğlu, Orhan M. Çolak, Sultan Abdülhamid Arşivi İstanbul Fo­toğrafları, İstanbul 2007.
Mehmet Bahadır Dördüncü, İkinci Abdülhamid Yıldız Albümleri Mekke -Medine, İstanbul 2006.

Osman Doğan, Sultan İkinci Abdülhamid Han Devri Osmanlı Mektepleri, İstanbul 2007.

BOA, Yıldız Tasnifi-Sadaret Hususi-Maruzat-XI. cilt, Dosya no 21, Sıra no 1.



Bu ay öne çıkanlar