2010-10-28

Haremeynin Hizmeti Kendisine Verildi Kalkıp Gelsin


Yavuz Sultan Selîm Han Hazretleri çoğu geceleri sabah namazına kadar kitap okumakla geçirir, Hasan Can da pâdişâhın hizmetini görürdü. Zaman zaman da ona okutup, kendileri dinlerlerdi. Bir gece Hasan Can uyuyakalır ve pâdişâhın hizmetinde bulunamaz. Pâdi şâha o gece rüyasında, Hasan isminde bir şahıs vasıtasıyla kendi sine bir hizmetin görülmesinin tebliğ olunacağı haber verilir.

Sabah namazı vaktinde uyanan Hasan Can namazını kıldıktan sonra, hemen sultânın hizmetine koşar ve "Bu gece gaflet bastırdı hizmetinizden uzak kaldım." diyerek özür diler. Bunun üzerine pâ dişâh: "Öyleyse şimdi anlat bakalım, bu gece nasıl bir rüya gör dün?" diye sorar. Hasan Can "Rüya görmedim." diye cevap verir. Pâdişâh: "Hayret doğrusu! Herhalde bir şeyler görülmüştür. Ben den gizleme!" diye ısrar eder fakat nafile. Pâdişâh, başını sallayıp; "Tuhaf şey!" der. Hasan Can bu hâdiseye bir mânâ veremez.

Topkapı Sârayı'nın kapıları, sabah güneş doğduğunda açılır, ak şam güneş batınca kapatılırdı. Kapılardan ve sarayın emniyetinden mes'ul zamanın kapı ağası; Hasan Ağa isminde bir muhterem zât idi. Bir ara Hasan Can, Hasan Ağa'nın odasında hazînedârbaşı, kiler-cibaşı ile saray ağasını sohbet ederken, Kapı Ağası Hasan Ağa'yı ise düşünceli, başını önüne eğmiş, gözü yaşlı oturuyorken bulur ve "Ağa hazretleri, geçmiş olsun!" diye suâl edince, Ağa hâlini gizle mek ister. Hazînedârbaşı; "Kardeş! Ağa bu gece bir rüya görmüş. Daha o rüyanın te'sirindedir" der.

Hasan Can, Hasan Ağa'ya; "Allah rızâsı için anlatın, Sultanımı za iyi bir hediye olur" diye ısrar eder. Hasan Ağa ise; "Benim gibi yüzü kara günahkârın ne rüyası ola ki, pâdişâh katında söylen sin!" diye anlatmaktan çekinir. Hazînedârbaşı: "Niçin söylemez sin? Daha önce bize anlattığında, pâdişâha anlatmak için me mur edildiğini söylemiştin ya! Gizlenmesi hıyanet olmaz mı?" deyince, çaresiz Hasan Ağa, rüyasını anlatır:

"Bu gece rüyamda, bu eşiğinde oturduğunuz kapıyı hızlı hızlı çal dılar. Ne var deyip kapıya koştum. Baktım ki, kapı biraz aralanmış dışarısı görünüyor, fakat bir adam sığacak kadar değildir. Aralıktan baktığımda gördüm ki, saray, başları sarıklı, nûr yüzlü kimselerle dolu. Ellerinde bayraklar ve silâhlar ile hazır vaziyette duruyorlar. Ka pı dibinde ise nûr yüzlü dört kişi duruyor. Onların ellerinde de birer sancak var. Pâdişâhımızın sancağı, kapıyı çalanın elinde. O zât, bana dedi ki: "Biz neye geldik, bilir misiniz?" Ben de "Buyurun." dedim. Dedi, ki: "O gördüğün kişiler, Resûlullâh Efendimizin (s.a.v.) ashabıdır. Bizi dahi Resûl-i Ekrem Efendimiz gönderip, Sultan Selîm Han'a selâm söyledi ve buyurdu ki: "Haremeyn'in (Mekke ve Medine'nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin. Gördüğün bu dört kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sıddik, diğeri Ömerü'l-Fârûk ve bir diğeri de Osmân-ı Zinnûreyn (r.anhüm)dir. Ben de, Ali bin Ebî Tâlib'im. Bunu hemen varıp Selim Han'a söyle!" dedi ve gözümün önünden yok olup gittiler." 

Hasan Can huzura girip: "Pâdişâhım, rüyayı bu Hasan kulunuz görmedi ise de, bir başka Hasan kulunuz görmüş. Emriniz olursa arz edeyim." diyerek, Kapı Ağası Hasan Ağa'nın rüyasını aynen nakleder. Anlattıkça pâdişâhın mübarek yüzü kızarır ve niha yet dayanamayıp, mübarek gözlerinden yaşlar boşanır. Rüya ta mamlanınca; "Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki biz, bir tarafa memur olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdadımızdan her biri evliyalıktan nasibini almışlardır. Her birinin nice kerametleri vardır. Ancak biz onlara benzemedik." diyerek tevazu gösterir.

Misyonerlerin İtirafı


Vatikan ve Kiliseler Birliği adına "Dinlerarası Diyalog" fikrini ortaya atan misyonerler teşkilâtının lideri Louis Massıgnon'un Misyonerler Zirvesi nde yaptığı konuşma aynen şöyledir:

"Müslümanların her şeyini tahrip ile mahvettik. Dinleri, inançları, ahlâkları, dîne bağlılıkları ve insanî duyguları mahvoldu. Onların millî-mânevî değerlerini Batı medeniyeti potasında eriterek kendimize benzettik. İslâmiyet'ten uzaklaştırdık. İslamiyet'i öğrenmeyi, yaşamayı, namaz kılmayı ve Kur'ân-ı Kerîm öğrenmeyi suç ve geri cilik olarak göstermeyi başardık. Artık çoğu hiçbir şeye tam olarak inanmıyorlar. Ehl-i sünnet îtikâdı başta gelen düşmanımızdır. Bu îtikâdı geçmişte sapık inançlara kanalıze ettik. Son yıllarda ise Müs lüman görünen bazı ilâhiyatçılarla, 14 asırlık dinlerini, itikatlarını, ibâdetlerini tartışır hâle getirdik. Derin bir boşluğa düşürdük. Bun dan sonra siz misyonerlerin işi daha kolaylaştı. Maaş bağlayarak, vize va'di, yurtdışında iş imkânı hattâ fuhşu kullanarak Müslü manları Hıristiyan yapınız... 
(M.Necati Ozfatura- Türkiye Gazetesi)

700 Sene Evvelinden Peygamberimize (s.a.v.) Mektup


Yemen hükümdarı Tüban Es'ad Ebû Kerib, Peygamber Efendimizin Medine'ye hicretinden 700 sene önce Medine' ye gelmişti. Benî Kurayza Yahudilerinin en âlimlerinden ikisi, Tübân'ın huzuruna çıktılar. Bunlar, Tübân'ın Medîne'yi yıkmak ve Medînelileri yok etmek istediğini işitmişlerdi.

Ona; "Ey hükümdar! Sakın böyle bir şeye teşebbüs etme. Çünkü sen ne yapsan, buna muvaffak olamazsın. Hem bu yüzden yakında bir felâkete uğramayacağından da emîn değiliz!" dediler. Tübân; "Ne için yapamayacak, neden bir felâkete uğrayacakmışım?" dedi.

Yahûdî âlimleri; "Buraya âhir zamanda Harem'den ve Kureyş'ten çıkacak bir peygamber hicret edecek, burada oturacak ve yerleşecektir!" dediler. Tübân'ı sakındırdılar. Tübân, Yahûdî alimlerinden işittiği şeylerden hayrette kaldı. Medîne ve Medîneliler hakkındaki kararından vazgeçip Medine'den ayrıldı. Yahûdî âlimlerini yanına alarak, Mekke'ye gitti. Ka'be'yi tavaf ve ziyaret etti. İlk defa olarak, Ka'be'ye örtü örttürdü.

Yahûdî âlimleri, Tübân'a, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'i, O'nun ismâiloğulları soyundan geleceğini, Mekke'de doğacağını, Medine'ye hicret edeceğini ve orada gömüleceğini, orta boylu olacağını, gözlerinde biraz kırmızılık bulunacağını, deveye bineceğini, harmânî giyeceğini de haber vermişlerdi.

Semhûdî'nin, çeşitli kaynaklardan rivayetine göre Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Medîne'ye geldiği zaman mü-sâfir kaldığı, Ebû Eyyûbe'l Ensârînin evini de Tübân, Peygamberimizin oturması için daha o zaman yaptırmıştı.

Kendisini bu hususta irşad eden âlimlerin her birisine de Medîne'de birer ev yaptırmış, onları evlendirmişti. Ayrıca Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'e teslim edilmek üzere, yazıp altın mühürle mühürlediği bir mektubu da onların büyüğüne vererek, kendisi Peygamberimize erişemezse, çocuğundan veya çocuğunun çocuğundan erişecek olan vasıtasıyla teslim edilmesini istemişti.

İşte bu ev ve mektup, babadan evlâda geçe geçe, Tü bân'ın mektubuyla îmân etmiş Medîne âlimlerinden birinin soyundan gelen Ebû Eyyûb'un eline geçmişti.

Barbaros (Kaptan-ı Derya Hayrettin Paşa) Hatıralarından


... Büyük dîvânı topladım. Bütün gâzîler, ileri gelenler, âlimler ve halk hazır oldular.

Dîvân ortasında durdum. Peşkeş Ağası, Aydın Kaptan'la beraber gelip, şevketlü Hünkâr'ın hatt-ı hümâyununu hür metle öpüp elime verdi. Ben de ipek kılıfından çıkarıp öp-tükden sonra dîvân efendisine vererek okuttum. Demiş ki:

- Sen ki lalam Cezayir beylerbeyi Gâzî Hayreddin Paşa'sın,

- Her ahvâlin Pâdişâh-ı hüsrevânemde gereği gibi malû mumuz olmuştur. Allâhü Teâlâ seni düşman üzerine mansûr ve muzaffer eylesin. Dünyâ ve âhirette yüzün ak olsun. Cezayir önünde iki burç feth eylemişsin. Gazan mübarek olsun. Ol gazanın nişanesi için sana iki çelenk gönderdim. Benim teberrüküm olmak üzere ras kılasın. Kattâreyi beline asıp cihâd edesin. Seni Allah'ın birliğine ısmarladım. Hak Teâlâ sana hayırlı ömürler ihsan eylesin." Hatt-ı Hümâ-yûn'un okunması bitince bu büyük nimete hamd ü sena lar eyleyip yeniden hayat buldum.

Hil'at-ı fâhireyi eğnime giyip, sağlı sollu çelenkleri başıma sokup, kattâreyi de boynuma astım. Som sırma âyetler yazılı yeşil sancağı ve kırmızı filândırayı, bulunduğum Paşakapı-sı'nın üzerine diktirdim. Bütün halk gelip sancak ile filândırayı ziyaret ettiler. Hepsi hayrette kaldılar. Akşam olunca yine devşirip muşambasına koyup saklanırdı.

Üç gün hil'atı giydim. Çok memnun olmuştum. Bu üç gün içinde bütün gâzîlere ve ahâlîye, büyük küçük herkese sof ralar çekip ziyafetler verdim. Havuzlar içinde şekerli şerbet ler ezildi. Kahveler güğümlerle pişip içene safa idi. Çok ye tim kızları everip, yetim oğlancıkları sünnet ettirdim. Daha nice hayır hasenatlar yaptırdım. Çünkü benim gibi zayıf ve günahkâr bir kulun Zıllullah'tan (yâni sultandan) duâ alması hep fukaranın duaları sayesindedir. O üç günlük şenliklerde burçlardan günde üç kere top şenliği olurdu. Elhâsıl öyle sevinmiştim ki, düşmanların yağları eriyip İslâm askeri şâd olmuşlardı. Böylece evvelkinden bin kat fazla kuvvet ve ihtişam sahibi olduk. Gerçi nâm ü sânımız arttı, amma yine eskisi gibi tevâzuyu elden komadık. "Hâk (top rak gibi mütevâzî) ol ki Hüdâ mertebeni eyleye âlî" de mişler. Asla gururdan bir eser bulundurmadık.

Endülüs Müslümanları ve Hristiyan Avrupa



İspanya'da hüküm süren Endülüs müslümanları kendilerine tâbi olan Hıristiyanlara ve Yahudilere din ve vicdan hürriyeti vermişlerdi. Kilise ve manastırları duruyor, serbestçe ibâdet edebiliyorlardı. Dinlerinden dönmeye zorlamak şöyle dursun, onların en küçük baskıya mâruz kalmalarına bile müsamaha etmezlerdi. Birçokları, İslâmiyet'i kabul ettiler. Yahudiler büyük devlet me'mûriyetlerine kadar yükseldiler. Halbuki Hıristiyanlar zamanında fevkalâde baskıya mâruz kalıyorlardı. Bu sıralarda İspanya bütün Avrupa'nın en müreffeh memleketi idi.


Endülüs'ün son müslümanları da İzabella ile Ferdinand devrinde ispanya'dan sürüldüler. 1480 - 1492'de bütün Yahudiler İspanya'dan çıkarıldı. Bunlar mallarını satmakta serbest idiler. Fakat altın, gümüş gibi şeyleri memleketten dışarı çıkarmak kendilerine yasak edilmişti. 1492'de Gırnata'nın tesliminde müslümanların dînine, camilerine ve hukuklarına hürmet edileceği anlaşmaya yazılmıştı. Katolik prensleri 10 sene sözlerini, tuttular, fakat, 1502'de bütün müslümanları İspan ya'dan sürdüler. İspanya Kralı II. Filip de dinsizler (!) yâni hıristiyan olmayanlar aleyhine 30 sene süren bir savaş açmıştır. Tövbe etme yen herkesi yaktırırdı. Tövbe edenlere inayette bulunurdu.(!) Fakat bunlar bir kere kirlenmiş oldukları için ölmeleri lâzımdı. Yalnız ateşte yakılarak öldürmek yerine başları kılıçla kesilerek öldürülürdü.


16. asırda İspanya'da Protestanlık, Yahudilik ve Müslümanlık yoluyla dinsizlik (!) ettiklerinden dolayı diri diri yakılanların sayısı 18 bin olarak hesap edilmiştir.


Şarlken zamanında Hollanda'da öldürülen dinsizlerin(!) (Hıristiyan olmayanların) sayısı yüz bin kadar tahmin ediliyor. Alba dukası beş altı sene içinde îmânı zayıflardan (!) 18 bin kişi kadar öldürttüğünü iftiharla söylerdi: "Harb meydanında daha çoğunu geberttim" derdi.


Roma'da son diri insan yakmak hadisesi 22 Ağustos 1761'de, ispanya'da 7 İkinciteşrin (kasım) 1781'de olmuştur. Roma'da yakılan insan daha evvel asılarak öldürülmüştü. Voltaire, yazmış olduğu "Allah ve insanlar" isimli eserinde papalığın azamet devri esnasında "İnsanların müşfik validesi" (!) kilise uğruna kurban edilenlerin sayısını 10 milyon olarak hesap etmiştir. Avrupa bu vahşetten ancak 1789 Fransız İhtilâli ile kurtulmaya başlamıştır.


Avusturya'da 18. asır sonlarına kadar Katolik mezhebinden başka mezheplerin kiliselerine müsâade edilmez. Bunlar ancak "Çan kulesi ve caddeye kapısı olmayan" ibadethaneler yaptırabilirlerdi.

Bu ay öne çıkanlar