2011-02-17

Müslümanlar nasıl tartışmalı?


Müslümanlar nasıl tartışmalı?


Yazılı medyanın önüne geçen internette yoğun ve genel bir kirlenme görülüyor. Büyük sayıda vatandaş, e-maillerle düşüncelerini ve görüşlerini açıklıyor, tenkit ediyor, muhalefet yapıyor, destekliyor veya çatıyor. Kirlenme en fazla bu sahadadır.

Gazetelerde, dergilerde yazanların yüzde 99'u ismini soyadını veriyor, imzasıyla kalem oynatıyor. Çok az sayıda takma isimle yazan var, onlar da biliniyor.
İnternette böyle değil. Takma isimlerle, rumuzlarla yazılıyor genellikle. İsim yok, adres yok, telefon numarası yok, sorumluluk yok.

Bu kimliksizlik ortaya büyük aşırılıklar, sorumsuzluklar çıkartıyor.
Allah'ın birbirlerine kardeş kılmış olduğu mü'minler, Müslümanlar internet basınında nasıl hareket etmelidir?

ABD, 2020 yılında İslam dünyasının başına bir halife oturtmak istiyor.




Bu hususta CIA'nın Ocak 2006'da yayınladığı rapor ilginç.

Halifenin "Türk bilinmesi" önemli, ancak bu halife Sabatayist olacak.

Hilafetin Türkiye'de yeniden kurulması sadece bazı tarikat ve dini cemaatlerin değil, "yeni dünya düzeni" kurmak isteyen Evanjelist-Yahudi-Kabalist Ezoterik dış güçlerin de rüyalarını süslüyor. Halifelik hiçbir dönemde dini kurum olmamıştır. Siyasi bir kurumdur.

Aytunç Altındal, Türkiye Cumhuriyeti'nde Sabataycıların da içinde bulunduğu grupların hilafet planının 50 yıllık bir düş olduğunu belirtiyor. Altındal'a göre, 40'lı, 50'li yıllardan beri Sabatayistler hilafeti düşünüyorlar. Yüksek dereceli masonlar, Gül ve Haç Teşkilatı üyeleri ve Sabataycıların kurduğuManevi Cihazlanma Derneği üç dinin merkezi olarak İstanbul'u göstermişti. (Tempo dergisi, 3 Haziran 2004)

“Benim kokumu duymak isteyen, kırmızı gül koklasın.” Hadis-i Şerif




Güllerin kokusunu aldıkları, insanların en güzeli, o kadar güzeldi ki; kainattaki bütün güzellikleri, ‘Cemal’ isminden küçücük bir tecelliyle var eden Yüce Mevla; o gül kokuluya 'Habibim' yani 'Çok sevdiğim' diye hitap buyuruyordu.

Asırlar boyunca, O Habib’in sünnetine tam ittiba edenler; hep O'nun gibi güzel koktular; etraflarına hep güzellikler saçtılar. Çünkü o koku, Cemal sahibi Mevla'dan gelen kokudur. Kim Mevla'ya manen yaklaşırsa, o kokudan pay alır

Asırlar boyunca Anadolu'yu, Türkistan'ı, Bağdat'ı, Medine'yi, bütün İslam coğrafyasını mekan tutan Beyazıd-ı Bestamlar, Cüneyd-i Bağdadi'ler, Şah-ı Nakşibend'ler, İmam-ı Rabbani'ler, Ahmed Yesevi'ler, Mevlana'lar, Yunus'lar (kaddesALLAHu esrarahum) hep gül gibi kokarlardı. O kokularını, bütün siretleriyle, sûretleriyle örnek aldıkları Muhammed Mustafa (sallALLAHu aleyhi vesellem)'den alıyorlardı.

O zamanlar, İslam toprakları bir baştan bir başa sanki gülistan idi. O gülistanda hep güller biterdi. O gülistanda gezenler hep gül kokardı…

Şimdi İslam toprakları, diken bahçesine döndü. Artık manevi güller, gül kokulular yok denecek kadar az... Güzel kokular da nadirata düştü. Müslümanlar Muhammed Mustafa’yı (sallALLAHu aleyhi vesellem) unuttu unutalı, dikenli tarlalara mahkum oldular. Ruh dünyası çoraklaştı. Kalpler karanlığa mahkum oldu…

Tüm güzellikler, güzel sözler, güzel haller, Ahsen’ül Alem’in(alemin en güzeli) olandan gelirdi… O’nun sünneti saadet kaynağıydı.Şimdi hayatımızda O’nun sünnetini tam olarak ifa edenler yok denecek kadar azaldı. Evlerimiz, adetlerimiz, kılığımız, kıyafetimiz, O güzeller güzelinden mahrum kaldı.

Ne evlerimizde huzur kaldı, ne sokaklarımızda düzen… Ne yüzlerimizde nur var, ne sohbetlerimizde letafet... Muhammed Mustafa (sallALLAHu aleyhi vesellem)in konu edilmediği sözlerde letafet olur mu?

Şimdi anladık ki O’nsuz olmuyor. Muhammed (sallALLAHu aleyhi vesellem) olmadan hayat yaşanmıyor. Ya da bir ‘belhum adal’ gibi… O’nu bırakan insanlar, insanlığı da kaybediyor… Yeniden sarılmaya başladık O’na… 

Çünkü ‘esfele safilin’(sefillerin sefili) çukurlarında battıkça batıyoruz

Şimdi bir baştan bir başa, kaktüslerin doldurduğu bu çölleşen vatanı, Gülistan’a döndürmek için Muhammed Mustafa (sallALLAHu aleyhi vesellem)in hayat ve saadet kaynağı sünnetine sarılmak zamanı geldi…

Anadolu, Rumeli, Türkmenistan, Cezayir… Tüm İslam coğrafyası, Muhammed Mustafa (sallALLAHu aleyhi vesellem)in tıpkısı, yani O’nun yolundan giden Yunus’ları, Mevlana’ları bekliyor…

ALLAH-u Teala cümlemizi Habibine aşık etsin

Abdullah Muhammed REYHAN…

Güllerin Efendisi (sav)'den "Gül Kokulu Gençler" olmak isteyenlere 100 Nasihat;




Peygamberİmİzİn Gençlere 100 Vasİyetİ

1) BESMELE
Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular:  
-Besmelesiz başlayan her iş,hiçbir netice vermez .  
-Herhangi bir müşkül ve güçlüğe rastlarsan Allah’ın ismini an, Besmele çek: “Bismillahir-rahmanir-rahim ve lahavle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim“ cümlesini tekrarla.Allah seni her musibetten ve beladan kurtarır.  

2)HAMD VE ŞÜKÜR 
Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular:  
-“Elhamdü lillah=Allah’a hamdolsun“ demek en büyük teşekkürdür. Bunu söylemeyen şükretmemiş olur .  

3)SALEVATI ŞERİFE
Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular:  
-İsteklerinin olmasını isteyen bana çokça salat ve selam göndersin.  

4)İMAN-İBADET
Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular:  
-Allah ibadetsiz imanı, imansız ibadeti ve işi kabul etmez. 

Cami hapishane yapılmıştı. Bilin bakalım tuvaleti neresiydi?




Necdet Sakaoğlu’ndan hazin bir hatıra;

''Bundan 50-55 sene evvel [1945-1950 yıllarına rastlıyor] benim çocukluğumu geçirdiğim kasabada [Divriği'de], Cedid Mustafa Paşa Camisi hapishane olarak kullanılıyordu. Taş bir bina olduğu için tercih edilmişti; zaten o yıllarda camilerin çoğu kapalıydı. 

Mahkûmlar ayaklarını pencereden dışarı çıkarırlar, türkü söylerlerdi akşama kadar. Sokaktan geçerken, mahkûmlardan korkardık, sanki pencereden üzerimize atlayacaklar gibi gelir, ta uzaktan geçmeye çalışırdık. Camide tuvalet de, su da yoktu. 

Yıllar sonra benden yaşça daha büyük olan ve o yılları daha iyi hatırlayan bir emekli hâkime, mahkûmların tuvalet ihtiyaçlarını nasıl giderdiğini sordum: 
“Mihrabın önüne büyük bir küp konmuştu. İki yanına inşaat iskelesi gibi iskele kurulmuş, iki de tahta uzatılmıştı. Mahkûmlar bu iskeleye çıkıp küpü kullanıyorlardı. Küp dolunca da gardiyan, kulpundan sırık geçirip iki mahkûmun omuzuna veriyor, dereye boşalttırıyordu.''

Daha sonra hapishane bir eve taşındı. Penceresinde demir falan yoktu.''


Kaynak: Osman Köker, “Necdet Sakaoğlu’yla Osmanlı’da idamlar üzerine”, Toplumsal Tarih, Sayı: 91, Temmuz 2001, s. 12

Müslümanlara, bazen gâvurun bile yapmayacağı eziyetler, işkenceler yapılmıştır.




Evet! 

Yakın tarihimizde inançları, görüşleri, fikirleri, tenkitleri yüzünden:

* Nice din alimi, karakuşî mahkemelerde yargılanmış, kimisi asılmış, kimisi zindanlarda çürütülmüştür.

* Arapça Ezan-ı Muhammedî okunması ağır suç sayılmış, okuyanlara câni muamelesi ve işkence yapılmıştır.

* Allah`ı topluca zikretmek, tespih çekmek, ilahî okumak suç sayılmış, yapanlar tutuklanmış, hapse atılmıştır.

* Bir evde toplanıp çay içmek, dinî kitaplar okumak, dinî sohbet yapmak suç sayılmıştır.

* Nice mahkemenin kesinleşmiş beraat kararları olmasına rağmen bunları yapanlar binlerce defa hukuk ve adalet prensiplerine aykırı olarak tekrar tekrar mahkemeye verilmiştir.

* Din, vicdan, inanç hürriyeti tümüyle ayaklar altına alınmıştır.

Din hizmetlisi yetiştiren bütün okullar, kurslar kapatılmıştır.

Bazı uzak köylerde, cenazeleri yıkayacak, kefenleyip namazını kılacak din görevlisi olmadığı için cenazeler sıcak havalarda bozulmuştur.

Bu memlekette on bin tarihî cami, mescid, medrese, tekke, taş mektep, imaret binası Vakıflar idaresi tarafından satılmış, kiraya verilmiş, yıktırılmıştır. Büyük miktarda vakıf arazisi ve binası kapanın elinde kalmıştır.

Gizlice din ve Kur`ân dersi veren hocalar; caniler, katiller, haydutlar gibi kelepçelenip götürülmüştür.

Gazetelerin ve dergilerin dinî yayın yapması yasaklanmıştır.

Kazım Karabekir Paşa`nın "İstiklâl Harbimizin Esasları" isimli kitabı Sinan matbaasından alınmış, Topkapı surları civarında yakılmıştır.

* Camiden çıkarken, dalgınlıkla namaz takkesini başında unutan Müslümanlar tutuklanıp hapse atılmıştır.

Erzurum`da Şalcı Bacı diye tanınan zavallı bir kadıncağız İstiklâl Mahkemesi kararıyla asılmıştır.

* Arapça ve Osmanlıca kitaplar sokaklarda, meydanlarda üzerlerine gazyağı dökülerek yakılmıştır.

* Bütün ecdat ve evliyaullah türbeleri kapatılmıştır.

İmamlar, müezzinler, müftüler, vâizler, dersiâmlar maddî sıkıntı içinde süründürülmüştür.

* Rusya`da Stalin, Türkiye`de Millî Şef din ve dindarlara karşı korkunç bir terör uygulamıştır.

Ziylan deresine doldurulan binlerce halk makineli tüfek ve sahra topu ateşiyle toplu kırım ve kıyıma mâruz bırakılmıştır.

* Doğunun ve güneydoğunun eşrafı evlerinden barklarından, yurtlarından alınıp Batı taraflarına çil yavrusu gibi dağıtılmış, dönmelerine izin verilmemiştir.

* Bediüzzaman`a kan kusturulmuştur.

* Düzmece Menemen vak`ası bahane edilerek ŞeyhErbilli Es`ad efendi iki büklüm yaşlı haliyle tutuklanmış, hastahanede şehid edilmiştir. Oğlu Şeyh Ali efendi idam edilmiştir.

* Mukaddesatımıza, ecdadımıza hakaret edilmiştir.

* Hangi birini sayayım...Yakın tarihimizde evrensel insan hakları, millî kimlik ve kültür ayaklar altına alınmıştır.

Müslümanlara, bazen gâvurun bile yapmayacağı eziyetler, işkenceler yapılmıştır.

* Dindarlık suç sayılmıştır.

* Adalet ve hürriyet çiğnenmiştir.

* Din ve inanç güvenliği kaldırılmıştır.

Kendime büyük mazlum demekten hayâ ederim ama elli senelik gazetecilik ve yazarlık hayatımda çok haksızlığa uğradım, çok acılar çektim. Mahkemelerde süründürüldüm. Sonradan kaldırılan zulüm kanunlarıyla hapis ve sürgün cezalarına çarptırıldım, altı seneye yakın yurt dışında sürgün hayatı yaşadım, evim yazıhanem defalarca arandı, kitaplarım ve evrakım müsadere edildi, hakaretlere ve iftiralara uğradım. İki günlük gazetem batırıldı.

Allah bu Müslüman millete o eski karanlık zulüm günlerini bir daha göstermesin.

Mehmet Şevket Eygi
Milli Gazete

Müslümanlara Çok Zulm Ettiler


Müslümanlara Çok Zulm Ettiler



YAKIN tarihimizde bu memlekette Müslümanlara çok zulm edilmiştir, halkın temel insan hakları ayaklar altına alınmıştır.Bir sıraya koymadan aklıma gelenleri rastgele sıralayayım:

1. Dindar Müslümanlar şiddete ve eyleme yönelik olmayan inançları, fikirleri, görüşleri, ibadetleri yüzünden nezarete atılmış, tutuklanmış, mahkemeye verilmiş, mahkum edilmiş, zindanlarda süründürülmüştür.

2. Daha yakın zamanlara kadar Nurcular yakalanıyordu. Suçları neydi? Bir yerde toplanıp Risale-i Nur okuyorlarmış!.. Bu bir suç mudur?

3. Yine bir yerde toplanıp tesbih çeken, zikrullah yapan tarikat mensupları da tutuklanmıştır.

4. Son seksen küsurluk yıllık tarihimizde Beylikler, Selçuklu, Osmanlı zamanından kalma on binden fazla cami, tekke, taş mektep, medrese, imaret ve diğer hayrat vakıf binası yıkılmış, satılmış, kiraya verilmiştir.

5. Bunlara paralel olarak on binlerce taşınmaz akar vakfı binası ve arazisi de elden çıkartılmış, ona buna satılmıştır.

6. Bir ara Ezan-ı Muhammedî okumak kanunla yasak edilmiştir.

Tarımla soykırım yapılıyor. Halkın yarısı hasta.Türkiye halkı sinsi bir soykırım karşısındadır.




İsrailli araştırmacıların genleriyle oynayarak, gül veya limon kokulu domates yetiştirdiğini Şalom Gazetesi'nin internet sayfasından biraz araştırıp okuyabilirsiniz. İstediğiniz şekle sahip domatesleri bile bulabilirsiniz; çekirdeksiz, kalp şeklinde, salatalık şeklinde, dilimli...
Yani genlerle oynama meselesi yüzde yüz doğru."


----
Tarafıma e-mail ile gönderilmiş biraz aşağıdaki yazıyı dikkatle okumanızı ve lütfen gereğini yapmanızı çok rica ederim.
Türkiye ziraati (tarımı) çökertilmiştir.

Eskiden dünyanın altı tahıl deposundan biri olan ülkemiz şimdi halkının ekmeklik buğdayını dışarıdan getirtiyor.
Hayvancılığımız çökertilmiştir. Halkımızın ihtiyacına yetecek besi hayvanı yetiştiremediğimiz için dışarıdan, islâmî usullerle kesilmemiş murdar leş ithal ediyoruz.

Balıkçılığımızın durumu hiç parlak değil.
Meyve ve sebzelerde aşırı miktarda hormon ve kimyevî madde var. Yüz milyonlarca insanı doyurabilecek topraklarımız doğru dürüst ekilmiyor. Arazilerimiz bomboş, yeteri kadar ziraat yapılmıyor. Muazzam miktarda tarım toprağı yapılaşmaya açılmış, betonlaştırılmıştır.

Hayli bal üretiyoruz ama bunların büyük kısmı şekerli sahte ballar. Halkımıza BÜYÜK MİKTARDA ehlî domuz, yaban domuzu, eşek eti yediriliyor.
Beyaz francalalarda en az dört kimyevî madde var, bunlar halkın sağlığını dinamitliyor.
Halkın yarısı hasta.
Kanser korkunç bir hızla yayılıyor.
Gıda maddelerine ve meşrubata 300 kadar kimyevî aroma, koruyucu, renklendirici madde katılıyor.
Artık eski domatesler yok.
Eski meyveler sebzeler yok.
Maydanozlar bile bir acayipleşti.
Nerede eski tavukların tadı, nerede yeni besi tavukları.
Piyasayı genleriyle oynanmış Frankeştayn meyve ve sebzeler istilâ etti.
Yerli ve millî tohumu olmayan meyve ve sebzeler.
Bunlar bize İsrail'den geliyor. Büyük miktarda paramızı alıyor ve karşılığında bize ölüm ve hastalık satıyorlar.
Türkiye halkı sinsi bir soykırım karşısındadır.
Bunlara kim one minute diyecek?
30 Tarım fakültemiz niçin kendi sebzelerimizin ve meyvelerimizin tohumlarını araştırıp, geliştirip, üretip satmıyor?
Bu konuda niçin İsrail'e bağımlıyız?
Artık yeter demenin zamanı geldi ve geçti...
Evet çok rica ediyorum aşağıdaki yazıyı dikkatle okuyunuz.
Okuduktan sonra en az on kişiye durumu anlatınız.
Teşekkürler...
İşte o yazı:

SOS İsrail Tohumları!
Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı'mızda
115 bin kişi çalışıyor.
70 tane üniversitemiz,
30 tane ziraat fakültemiz,
50 tane tarım araştırma enstitümüz,
10 bin İŞSİZ ziraat mühendisimiz var.
Buna rağmen Türkiye tohumda tamamen dışa bağımlı. Ve tek kelimeyle tohumun patronu İsrail.
İsrailli araştırmacıların genleriyle oynayarak, gül veya limon kokulu domates yetiştirdiğini Şalom Gazetesi'nin internet sayfasından biraz araştırıp okuyabilirsiniz. İstediğiniz şekle sahip domatesleri bile bulabilirsiniz; çekirdeksiz, kalp şeklinde, salatalık şeklinde, dilimli...
Yani genlerle oynama meselesi yüzde yüz doğru.
Gelelim başka doğrulara:
Bu tohumların bir ekimlik olduğunu bilmeyen yok.
Yani İsrail'den bir defa tohum almakla kurtulamıyorsunuz.
Bir gram tohumun fiyatı her dönemde neredeyse bir gram altına denk oldu.
Üstelik İsrail tohumunu toprağa bir ektiniz mi artık isteseniz de yerli tohuma dönemiyorsunuz.
Genetik tohum o toprağa da zarar veriyor. Artık hep bu genetik tohumu kullanmak zorundasınız. 50-70 yıl sonra ise toprak kanserojen maddelerle dolduğu için artık tamamen kullanılmaz hale geliyor.
Buna en güzel örnek:
Türkiye'nin patates deposu olan Niğde ve Nevşehir bölgelerinde yetiştirilen patateslerde kanserojen maddeye rastlandığı için artık patates ekimine izin verilmemesidir.
Yani İsrail tohumu tek başına satmıyor. Tohum alana hastalığı bedava veriyor!..
Tohumların içine hastalık yerleştiren İsrail bu sayede ziraî ilaç satımını da garanti altına almış oluyor.
Bütün bu acı tabloya rağmen Türkiye'de yabancıların menfaatine çalışan bir patent sistemi işletiliyor.
Ne korkunç!
Köylü kendi bahçesinde tohum bırakamayacak.
Yoksa uluslararası mahkemede yargılanacak!
Şu anda dünyada İsrail tohumu kullanma yasası çıkartan ilk ülke işgal altındaki Irak'tır.
İkincisi de biz olacağız.
EY VATANDAŞ AKLINI BAŞINA DEVŞİR!..
SOR SORUŞTUR, GAFİL OLMA!..
Bu yazıyı okursan, ister paylaş ister paylaşma umurumda değil ama bilip de susmak ortak olmaktır bunu bari hatırla...
(Yazıyı gönderen Sezgin bey dostuma ve kaleme alan Güliz hanıma teşekkürlerimi sunarım.)

Mehmet Şevket Eygi

Yedi düveli yendik mi?

Yedi düveli yendik mi?



Çok defa bunu başarmışsak da Kurtuluş Savaşı için bu durum doğru değildir.
Kurtuluş savaşımızda yedi düveli yendiğimiz iddiası yalandır.
 " Düvel-i Muazzama " yani Müttefik devletler tek kurşun atmadan çekip gittiler..
Neden acaba ?..
Bizden korktular mı ?..
Silahımız yoktu...
En son Çanakkale, Rus cephesi, Filistin, Trablusgarp, Balkan ve Yemen savaşlarından sonra askerimiz de kalmamıştı. Düzenli ordularımız da yok gibiydi... Zaten Çanakkale'de bile gönüllüler savaşmıştı..
Savaş uçaklarımız, denizaltılarımız, yani kara kadar, hava ve deniz kuvvvetlerimiz de yoktu...
Bir ara Genelkurmay başkanı olan Karadayı paşamızın dili sürçtü ve Irak sınırımız hakkında;
" Yahu! Biz bu SINIRI Çizmedik ki İngilizler Çizdi " deyiverdi...

İngilizler 1918-1923 yılları arasında fiilen işgal altında tuttukları İstanbul'umuzu neden bırakıp çekip gittiler?

Gitmeleri karşılığında bir şeyler aldılar ki gittiler?
Neydi bu akıl almaz kararlarının arkasındaki sır?


İşte, ne aldıklarını merak edecek olursanız LOZAN ANTLAŞMASI'nın detaylarında bulabilirsiniz...


Ve LOZAN'ı da her yönü ile masaya yatırıyoruz. Paylaşımlarımızı sayfa duvarına girerek bir bütün halinde takip edin ki daha net anlayabilirsiniz...

6 Ekim'de neyi kutluyoruz? İstanbul'u kim kurtardı? Hangi paşa? Hangi Ordumuz? Ve.. Kimden Kurtardı? Bilmiyoruz...NEDEN?

6 Ekim'de neyi Kutluyoruz? İstanbul'un kurtuluşu gerçek mi?


Almanlar I. Dünya Savaşında  yenildiği için Müttefiki olan biz Türkler de yenilmiş kabul edildik ve 1914-1915'te çanakkale boğazını geçemeyen Müttefik kuvvetler 1918 de hiç bir karşılık görmeden boğazı geçtiler.

İngiliz başta olmak üzere, Fransız, İtalyan ve Yunan kuvvetleri hızla yurdumuzu dört bir yandan işgale geçtiler.

İngilizler başketimiz olan istanbul'u 1918-1923 yılları arasında tam beş sene fiilen işgal altında tuttular. Hiç bir karşılık veremedik.Hatta ingiliz uçaklarının teslim olan istanbul'u bir ay boyunca havadan bombaladığı, binlerce sivili, masumu öldürdüğü, insanların korkudan sokaklardaki ölülerini alamadığı zamanlar oldu.

İşte mütareke devri denilen bu devir içinde bir taraftan da saray bir şeyler yapmak istedi. Anadoluda meydana çıkan bazı ayaklanmaları bastırmak bahanesi ile oraya kurmaylar gönderilmesi ve halkı örgütlemesi Padişahın planı idi. Çünkü İngiliz gemileri, zırhlıları toplarını saraya çevirmiş "herhangi bir kurtuluş mücadelesine teşebbüs edilmesi halinde ilk devletin idare edildiği bu sarayların bombalanacağını" söylemişlerdir.

Bu hengame içinde Mustafa Kemal, Nutuk'ta da anlattığı gibi Padişahın emri ile sapasağlam Bandırma vapuruna binerek, ingilizlerin kontrolü ve nezaretinde Anadoluya gitti.
İngilizler müsade etti çünkü giden kişi "Düşmanlara karşı ayaklanan Anadolu halkını bastırmak" iddiası ile gidiyordu.

Mesele epey uzun da biz sadede gelelim;

-Biz Yunanla harp halinde iken İngiliz İstanbulda tam hakimiyeti sağlamıştı ama nedendir bilinmez ilerlemiyordu?(Sadece Çanakkale'de de varlık gösteriyordu)
- Sanki çıkmak için gelmişlerdi?
- Ve nihayet 2 Ekim 1923'te Hiç bir silahlı tehdidimiz olmamasına rağmen Tüm İngiliz birlikleri, hava ve deniz kuvvetleri ile istanbul'a 5 senedir uyguladıkları işgale son verip, bayrağımızı selamlayıp birden çekilip gittiler.

Ardından 6 Ekim'de süt liman durumdaki istanbul'a, tek kurşun atmadan, Selahattin Adil Paşa komutasındaki birliklerimiz girdi. Oysa General Refet(Bele) komutasındaki birliklerimiz(!) daha önce İstanbul'a girmek, almak istemiş ama tabiri caizse varlık bile gösteremeden geri çekilmişlerdi..

İşte sorun burası...
Bu arada ne olmuştu da gittiler?
Resmi tarihe bakarsanız Mudanya'da İngilizlerle bir anlaşma yaptık ve bunun gereği olarak bize İstanbu'u bırakıp gittiler...
İyi de karşılarında doğru düzgün bir varlık dahi gösterememişken neden bizimle masaya oturmaya mecbur olsunlar ki?

Ve yıllardır 6 Ekimde kutladığımız İstanbul'un kurtuluşunun ne olduğunu akademiyenlerimiz bile neden doğru düzgün bilmezler?

Gençlik Harcanıyor

Gençlik Harcanıyor


Gençler harcanıyorsunuz, feci şekilde harcanıyorsunuz!.. Haddim olmayarak sizleri uyarmama izin veriniz.
Hepsi için söylemem ama bir kısım aileler, ana babalar evlâtlarını harcıyor.

Metin okusun, Mübeccel okusun, çok para getiren mesleklere ve uzmanlıklara sahip olsunlar, refah içinde yaşasınlar, evleri lüks, yazlıkları lüks, otomobilleri lüks, sofraları lüks, giyim kuşamları lüks, hayatları lüks olsun... Biz sıkıntılar çektik, onlar çekmesin...

Müslüman bir ana baba çocukları için böyle mi düşünür? Peki nasıl düşünecek?..

Şöyle düşünecek:

Oğlum kızım iyi Müslüman, iyi insan, iyi vatandaş olarak yetişsin...Faydalı ilimler ve kültür sahibi olsun...Ahlâklı ve faziletli olsun...Yaratanının rızasını kazansın... İnsanlara, kendi halkına, ülkesine hizmet etsin...

Bunları istemeyip de lüks hayatı öne almak ne büyük bir çarpıklık ve sapıklıktır.

İslâm dini lüksü, israfı, her türlü sefahati (beyinsizliği) yasak ediyor. Böyle kötü şeyleri insan kendi evlâdı için ister mi?

Gençlerin şu üç sahada (boyutta) iyi yetişmesi gerekir:
(1)İnanç, bilgi ve kültür boyutu.
(2)Ahlâk, karakter boyutu,
(3)Güzellik, estetik boyutu.

Şu adamlara ve kadınlara bakınız: Çocuklarına İngilizce, matematik, fizik, kimya dersleri aldırıyorlar ama ilim, irfan, hikmet, görgü, edeb, insanlık dersleri aldırmıyorlar.

Bir gence neler lazımdır?..

(1) Öğrenilmesi farz olan faydalı ve kurtarıcı bilgiler lazımdır.
(2)Faydalı olmak şartıyla dünya kültürü lazımdır.
(3) İyi bir insan olmak için bilinmesi ve hayata uygulanması gerekli ahlâk, aksiyon, amel bilgileri lazımdır.
(4) Medenî görgü lazımdır.
(5) Edeb, nezaket, mürüvvet, fütüvvet lazımdır.

Gençlere bunlar mutlaka öğretilmelidir.

Kapağı yaldızlı, ismi cafcaflı birkaç kitap alır, okur ve bunları öğrenir... Hayır!.. Bu iş bu kadar kolay değildir. Bu saydıklarım ehliyetli üstadların, mürşidlerin önüne diz çöküp ders almakla öğrenilir.

Gençlerin çoğu ilmihallerini bilmiyor.

Üniversiteye gidiyor, zengin Türkçeyi bilmiyor. Bilmekten geçtim, okumasını bile bilmiyor.

Görgü kurallarını bilmiyor.

Paranın ne tehlikeli ve yakıcı bir âlet olduğunu bilmiyor.

Gençlere bunları kimler, hangi kurumlar öğretecektir?..

Şu yirmi milyonluk İstanbul'da İslâm görgüsü öğreten bir kurs, bir dershane var mı?

İslâm medeniyeti nedir öğreten bir mektep var mı?

İstanbul kültürünü öğreten bir merci var mı?

Evet gençlerimiz hüda-yı nâbit yetişiyor. Buna yetişme denirse...

Peki ne gibi çareler ve çözümler tavsiye ve teklif edersiniz?

Bu saydıklarım cemaat işidir, fert işi değildir... Bunca zengin cemaat var, mektepler açsınlar, kurs ve dershaneler açsınlar, dergahlar açsınlar, sohbethaneler açsınlar ve boşluğu doldursunlar...

"Bizim cemaat çok büyük, bizim baron çok büyük...Benim şeyhim senin şeyhini döver..." gibi safsatalarla gençlik yetiştirilmez.

Aklı fikri olanın elinde imkânı yok. İmkânı ve parası olanın aklı ve fikri yeterli değil... Arada olan gençliğe oluyor.

23-08-2008
Mehmet Şevket Eygi

Bu ay öne çıkanlar