2010-12-19

Allah'ı bilmeye yüz delil

Allah'ı bilmeye yüz delil
Tefsîr-i Kebîr'in müellifi büyük âlim Fahreddîn-i Râzî (rh.) ile, maneviyat büyüklerinden Necmüddîn-i Kübrâ (k.s.) hazretleri muasırdır(aynı asırda yaşamışlardır). Her ikise de 13. asrın ortalarında Doğu'da yetişen güzide âlimlerimizdendir.

Fahreddîn-i Râzf(rh), Herat ve civarında bozuk inançlar yaymakla meşgul olan Kerrâmiye gibi cereyanlarla mücâdele ediyor, Müslümanları bunların tehlikelerine karşı korumaya çalışıyordu. Bu itibarla, Ehl-i Sünnet dışı bozuk itikat ve amelde bulunup insanları iğfal etmeye uğraşanlar, ondan uzak kalmaya gayret ediyorlardı.

Nitekim Fahreddîn-i Razı hazretleri, etrafında üç yüz kadar atlı talebe ve âlim ile Herata geldiğinde; hem devlet, hem din büyükleri akın akın ziyaretine gelmiş, alâka göstermişlerdi. Ama birileri vardı ki; ne geliyor, ne de gelme arzusu izhâr ediyordu(gösteriyordu).

Acaba Fahreddîn-I Râzî hazretlerinin muhaliflerinden miydi?

Halktan bir zengin, bir gün Fahreddîn-i Râzî hazretlerini bahçesinde yemeğe davet etti. Maksadı; ziyaretine gelmeyen zâtı da orada bulundurup, görüşmelerini ve bir yanlış anlamanın meydana gelmemesini temin etmekti.

Fahreddîn-i Râzî hazretleri, yemekte karşılaştığı ziyaretine gelmeyen zâta,
— Niçin bizi ziyarete gelmediniz? diye sordu. Şöyle cevap verdi o zât:
— Ben fakirin biriyim. Ne ziyaretinize gelişim size bir şeref kazandırır, ne de gelmeyişim size bir şey kaybettirir. Siz mühim kimselerle meşgul olun.
Bu cevap Fahreddîn-i Râzî hazretlerini düşündürdü. Bu defa büsbütün meraklanarak ısrarla suallerini peşi peşine sıraladı:
— Bu, sıradan birinin sözüne benzemiyor. Kalbi-gönlü uyanık birinin cevabıdir bu. Şimdi daha çok meraklandım. Söyleyin lütfen niçin gelmiyorsunuz? Bize vermek istediğiniz bir mesajınız olmalı.

— Sen, "Müslümanlar'ın benim ziyaretime gelmeleri vaciptir" diyormuşsun. Neden senin ziyaretine gelmek vacip olsun?

— Ben ilim ehli biriyim. Benim ziyaretime gelenler aslında benim değil, ilmin ziyaretine gelmiş olurlar. Mücâdelemde bana yardımcı olmuş, beni desteklemiş sayılırlar.
— Öyle ise anlat bakalım... ilmin hedefi Allah'ı bilmek olduğuna göre, nasıl biliyorsun Hazret-i Mevlâ'yı?
— Yüz delil ve burhan(ilmi kıyas) ile biliyorum Allah Teâlâ'yı...
— Peki öyleyse, söyler misin; burhan ve delil, şüpheleri gidermek için değil midir? Demek sende bu kadar şüphe varmış ki her birine delil aramış; ancak bu delillerle şüpheni gidermişsin. Halbuki Allahü zû'l-Celâl bana, öyle bir îman verdi ki; şüphenin zerresi bile kalbimde yoktur. Olmayan şeyi gidermek için ne diye delil ve burhan arayayım?

Bu cevaptan sonra bir suskunluk başlar. Neden sonra yerinden kalkan büyük müfessir Fahreddîn-i Râzî hazretleri,
— Uzat elini de öpeyim. Sen sıradan biri değil, bir îman ve ihlâs numunesi maneviyât sultânısın. Kim isen söyle de beni daha fazla merakta bırakma.

Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kulağına eğilen birinin, fısıltı hâlinde söyledikleri şundan ibarettir;

"Konuştuğun zât, Necmüddîn-I Kübrâ hazretleridir."

Fahreddîn-i Râzî hazretleri hemen diz çöküp rica eder:
— Lütfen beni de kabul buyurun talipleriniz arasına da, bende iştirak edeyim sohbetlerinize...

* * *
işte zahirî ilimle bâtınî ilmin farkı... işte zahirî ilim ehli ile, zû'l-cenâhayn (Hem dünya hem âhirete âit) olan maneviyat erbabının seviye ve dereceleri... Keza, aralarındaki diyaloğun güzelliği ve hakkı teslim ile neticelenişi... Ve, biribirlerine karşı olan nezâket ve saygıları... Zamanımız "tartışmacıları"na örnek olması dileğiyle...

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Bu ay öne çıkanlar