Telgrafın Mucidine, Osmanlı'dan Madalya |
Osmanlı'nın İlim ve Teknolojiye Verdiği Ehemmiyet
Telgrafın Mucidine, Osmanlı'dan Madalya
Telgraf ilk defa Beylerbeyi Saray’ında Sultan Abdülmecîd Han'ın huzurunda tecrübe edildi ve muvaffak olundu. Sultan Abdülmecîd Han, Prof. Smith'e, Morse'a verilmek üzere kendi imzasını taşıyan bir ihtira berâtı ile murassa bir nişan (kadife bir kutu içinde elmaslı bir madalya) verdi.
Amerikalı ressam Morse ve arkadaşı Chamberlain, 1837'de bir pil, elle kullanılan bir anahtar, madenî tel ve elektromekanik bir röle kullanmak suretiyle ilk elektrikli telgraf cihazını icâd etmişlerdi. Ancak Morse bu buluşunu pek çok Avrupalı hükümete teklif etmişse de bir ilgi göremedi. Bunun üzerine Chamberlain, âleti yanına alarak İstanbul'a geldi. Yalnız âlet henüz kusursuz değildi. Yapılan denemelerin kesin bir muvaffakiyetle neticelenmediğini görünce âleti alıp, hatâlarını gidermek üzere Viyana'ya gitti. Yolda, bindiği geminin Tuna'da batması üzerine bu çalışması yarıda kaldı.
Sultan Abdülmecîd Han bu buluşu dikkatle tâkib etti. Nitekim pâdişâhın bu alâkasını bilen ve İstanbul'da jeoloji araştırmaları yapan Amerikalı ilim adamı Lawrence Smith, Morse'a bu âletin bir numunesini sipariş etti. Âlet İstanbul'a geldiğinde ilk tecrübesi Beylerbeyi Sarayı'nda Sultan Abdülmecîd Han'ın huzurunda gerçekleştirildi ve başarılı olundu. Sultan Abdülmecîd Han, Morse'a verilmek üzere kendi imzasını taşıyan bir ihtira berâtı ile murassa bir nişan (kadife bir kutu içinde elmaslı bir madalya) verdi. Morse:
"Sultan Abdülmecîd Han, bu nişanı ve tebrikiyle keşfimin değerini anlayan ilk büyük insan olmuştur." demiştir.
Sultan Abdülmecîd Han'ın bu davranışı bütün dünya liderleri tarafından duyulmuş ve her biri Morse'a hediyeler vermek için yarışmışlardır.
Bu hâdiseyi pâdişâhın huzurunda yapılan test sırasında bizzat şahit olup sonra hatıratında nakleden Amerikalı seyyah Cyrus Hamlin'in kaleminden aktarıyoruz:
Profesör Morse, 1839 yılında mucidi olduğu telgraf üzerinde çalışmalarını Paris'te sürdürürken ABD'li dostu Bay Chamberlain de kendisine refakat ediyordu. Chamberlain, elinde bir sürü yeni îcâd edilmiş âletle İstanbul'a çıkageldi. Ümidi, önce Türk hükümetinden ve sonra Avusturya'dan patent alabilmekti. Elimde bir galvanik pil görünce bunu benim çalışma odamda kurdu ve bizimle beraber birkaç asilzade de hâdiseyi seyretti. Âletin yapımı hayli kusurluydu, ne gerektiği gibi çalıştı ne de beklenen neticeyi verebildi. Kâğıda işaretleri geçiren çelik uç yerine üçü yan yana dizilmiş sıradan mürekkepli kalem kullanılmıştı.
İşaretler kimi zaman silik çıkıyor ve kimi zaman hatta hiç çıkmıyordu. Yine de bu, neler yapılabileceğinin bir göstergesiydi ve sırf bu yüzden oldukça ilginçti. Nihayet Chamberlain'in Viyana'ya gidip en iyi kafaları bulması ve üzerinde çalışarak bambaşka bir âletle geri dönmesi kararlaştırılmıştı. Böylece işi bittiğinde Türklere daha hoş bir şey sunabilecekti. Koca koca ümitlerle yola çıktı Chamberlain; fakat Tuna'ya açılır açılmaz kayığı akıntıya yakalandı ve beş arkadaşıyla birlikte hayatını kaybetti. Bu elîm hâdise yüzünden Doğu'nun telgrafla tanıştırılması teşebbüsü akim kaldı.
1847'de bir kez daha denendi. ABD'nin Tennessee Eyâleti'nden, birçok ilmî muvaffakiyete imza atan ve bir ara Türk hükümeti tarafından da jeolog olarak istihdam edilen Prof. J. Lawrence Smith, bir madencilik okulu kurmak gayesiyle ABD'den birçok âlet sipariş etti. Maksadı Dersaâdet'le komşu bir şehir arasında bir telgraf ağı kurmaktı.
Maalesef parçaların bir kısmı eksikti. Bunları da zaman zaman bizzat tadilatla meşgul olduğum küçük atölyede bizler tamamladık.
Bu, Chamberlain'in elindeki kaba saba şeyden çok daha başkaydı. Bir kere bir Amerikan yapımıydı ve bunun bir Amerikalının elinden çıkmış olması ve onun tarafından Türk sultanına takdim edilmesi bizi oldukça gururlandırmış ve memnun etmişti.
Üç gün test ettikten sonra, ben büsbütün hazırlıksız olmama rağmen, sultanın davetiyle saraya gitmek durumunda kaldık. Resmî hiçbir payesi olmayan birinin Osmanlı sultanının huzuruna çıkarılması ender rastlanan bir hâdiseydi ve bizim teşrifat âdabına hassasiyet göstermemiz gerekiyordu.
Amerikan Elçilik Sekreteri J. P. Brown bize tercüman olarak eşlik edecekti.
Saraya varır varmaz başmabeyinci tarafından karşılandık ve kabul odasında sultanın emirlerini bekledik. Dayanılmaz tatlılar, çubuklar ve kahve vs. den sonra huzûr-ı âliye kabul olunduk. Hünkârın makamı sarı renkli ve devasa bir ahşap yapı olan Beylerbeyi Sarayı'ndaydı. Daha sonra burası yıkılmış; yerine küçük ve küçük olduğu kadar da sağlam ve güzel kagir bir bina inşâ edilmişti. Sultanın odası öyle büyüktü ki ebatları hakkında tahmin bile yapamıyorum.
Sultan, bizim de buyur edildiğimiz karşı köşeden girdi odaya. Yirmi adım ilerleyip gayet alçaktan ve oldukça resmî bir temenna ettik ve sultan başını hafifçe eğerek karşılık verdi selamımıza. Tekrar ilerledik ve aynı usûlle selam verdik. Bu sırada o da bizi karşılamak için hareketlendi; üçüncü selamda huzurdaydık. Bay Brown'a birkaç kelimeyle iltifat buyurdu, Prof. Smith'in gayretlerini övdü, benim kim olduğumu sual etti ve nihayet şehr-i saadetlerinde rahat bir mesken bulabilmemi ümit ettiğini söyledi.
Daha sonra Prof. Smith, zât-ı âlîlerine âletleri gösterdi ve kendilerine alfabeyi îzâh etti. Sultan derhal neyin ne olduğunu kavradı ve "Bu, pekâlâ bütün dillere tatbik edilebilir. Ve bizim alfabemiz sadece yirmi iki harf olduğundan bu iş için çok daha müsait." buyurdu. Âletin işleyişi Zât-ı Şahâne'yi daha da şaşırttı.
Prof. Smith, sultana daha musavver bir şeyler sunabilmek kaygısıyla bizim galvanik cihazlarımızı da yanında götürdü. Prof. Smith cihazları kurarken Pâdişâh pür-dikkat onu seyretti ve sorularıyla sık sık araya girdi. Giyimi gayet sade ve hoştu ve bizim rahat hissetmemiz için elinden geleni yaptı. Tavrı tek kelimeyle beyefendiceydi.
Telgrafın biri taht salonunun üst köşesindeydi, diğeri ise sarayın yan odalarından birinde. Biz bu çalışmalara devam ederken sultan, Bay Brown ile konuşuyor; Meksika'da sayıları bizden daha fazla olan düşman kuvvetlerine galip gelmemize bir hayli şaşırdığını söylüyordu. Bay Brown ise ona, Meksikalıların câhil insanlar olup, Katolik olduklarını ve tahsilli Protestanlara karşı koyamayacaklarını ifâde etti. "Gerçekten öyle mi?" dedi, Türklere mahsus bir hayret ve şüpheyle. Sonra ekledi, "Şayet mümkün olsaydı, bir milletler cemiyeti (ilk Birleşmiş Milletler fikri) kurar ve beynelmilel sürtüşmeleri bu yolla hallederdim. Ve artık insan, insanın kanını dökmezdi!" Sultanın tazim ifâde eden unvanlarından biri de "Hünkâr"dı, yani Hükümdar! Onun atalarını yâd edişi, sonra "barış havarisi" diye bilinen Kaptan William Ladd'den bahsedişi oldukça hayret vericiydi.
Prof. Smith cihazların kurulup hazır olduğunu bildirince sultan bir an tevakkuf etti ve sonra profesörden diğer istasyona gitmesini istedi. Bu kişiyi uzaklaştırmak ve kolay nüfuz edebileceği benimle yalnız kalmak arzusundaydı. Kâtibi ve Fransızca hocası bana, "Majestelerinin huzurunda oturmamalısınız, fakat bağdaş kurmak isterseniz bir yastık getirtebilirim." dedi. Reddettim ve her şey tamam olduğunda, âlet üzerinde daha dikkatli çalışabilmek için, majestelerinden bir sandalye istedim. "Mettez une chaise! Mettez une chaise! "(Bir sandalye getirin! Bir sandalye getirin!) diye karşılık verdi gayet açık bir memnuniyetle. Refakatindekiler emri derhal yerine getirmek için fırladılar, fakat bir frengin bu denli cesaretine ve pâdişâhın bu derece lütûfkâr oluşuna şaşırmış gibiydiler. Neden sonra Bay Brown pâdişâhtan bir mesaj geçmesini rica etti. O da "Fransız gemisi vardı mı?" ve "Avrupa'dan haberler nedir?" diye not ettirdi.
Bir müddet dikkatle yapılanları seyretti, büyük adımlarla yan odadaki istasyona geçti; etrafındakileri çoktan geride bırakmıştı, haberin diğer istasyona ulaşıp ulaşmadığını herkesten Önce o görmeliydi. Girer girmez Smith'in okuduğunun ne olduğunu sordu; az önce yazdıklarının aynısıydı! Ve "Maşallah! Maşallah!" dedi.
Cevabi telgrafsa çok daha uzundu ve o hemen tekrar yanıma dönüp mesajın gelmesini bekledi. Ben de bir yandan, sultan okuyabilsin diye, işaretlerin altına denk geldikleri harfleri yazıyordum. Yazılanları okurken, "Burada bir hata yapmadın mı? Bir manası olabilmesi için bu "I" olmalı değil miydi?" dedi ve ekledi, "Anlıyorum, pekâlâ hatalar olabilir, fakat bu manayı zedelemez zannımca".
Profesörü çağırttı, kendisine tebrik ve takdirlerini iletti. Ardından sistemi sarayda ikinci kez ne zaman tecrübe edebileceğimizi sordu. "Zât-ı âlileri ne zaman arzu ederse", "Öyleyse yarın saat birde bekliyorum." dedi ve bizler müsâade istedik.
Prof. Smith artık mutmain olabilirdi. Sultan üzerinde daha müthiş bir intiba bırakamazdı. Sultan memnuniyetini gizlemiyordu. Ertesi gün, bütün saray erkânının toplanmasına şehadet etmek için vakitlice orada olmaya gayret ettik. Zîrâ en çok görmek istediğimiz manzaraydı bu. Paşaları kabul ile vazifeli muhafızın giyimi gayet muntazamdı. Fakat paşaların bazısı karadan ve bazısı denizden teşrif buyurduklarından muhafızın bir anda iki yerde birden bulunması icap ediyordu! Ve onun bu bir kapıyla diğer kapı arasında şaşkına dönmüş halde gidip gelişleri hayli eğlenceliydi. Taht odasına buyur edildik ve az sonra da âlî maiyetinin başında sultan içeri girdi.
Huzurda şeyhülislâm, Rumeli ve Anadolu beyler-beyileri, sadrazam, hâriciye nâzırı, bahriye nâzırı ve diğer erkân hazır bulunuyorlardı. Onlar telgraf hakkındaki îzâhatı dinlerlerken bizim için de onları izleyebilmek imkânı doğmuştu.
Biz henüz başlamadan sadrazam, Bay Brown'a, "Şu kişi dünyayı altüst eden Amerikalı misyonerlerden biri mi yoksa?" diye sordu ve ekledi, "Pek de tehlikeli birine benzemiyor aslında!"
Nihayet âleti çalışır halde gördüklerinde sadrazam birkaç cümlelik bir şey söyledi ve Profesör de dediklerini aynen gönderdi. Kâğıdın üzerindeki işaretler büyük bir dikkat ve hayretle tetkik edildi. İkinci bir telgrafa gerek kalmadı. Ve şanslı olmalıyız ki, daha sonra tellerden birinin koptuğunu fark ettik. Kuvvetle muhtemeldi ki bu, telgrafın burada tanıtılmasından memnun olmayan kişilerden biriydi.
Sultanın etrafındakilerce her sözüne "Evet efendim" diye karşılık verilmesi, ona gösterilen hürmetin boyutları hayret vericiydi. Sultan Edirne ile İstanbul arasında bir hattın çekilebilmesi ihtimalini ve maliyetini sordu; Smith mümkün olduğunu ve muhtemel fiyatı söyleyince pek ucuz olduğunu söylediler.
Saray erkânı ayrılınca biz de selam verip alt kattaki bekleme salonuna geçmek üzere huzurdan çıktık. Ardımızdan sultan kâtibini gönderdi ve şükranlarını nasıl ifâde edebileceğini sordu; bir kese altın yahut bir nişan? Profesör, kararın elbette sultanın olduğunu ve ne ihsan buyrulacaksa telgrafın mucidi Prof. Morse'a takdim edilmesi gerektiğini söyledi. Böylece kendisine Morse adına bir berat ve elmasla müzeyyen bir nişan verildi.
Altı yıl sonra, Kırım Savaşı patlak verince telgraf artık bir zaruretti ve İstanbul bir yığın ağla yalnız Edirne'ye değil, dünyaya bağlanmıştı. İmparatorluğun en ücra köşelerinden, Hindistan'dan, Amerika'dan, Avrupa'nın her yerinden İstanbul'a telgraf yağıyor ve bunlar sabah akşam yayınlanıyordu.
Sinan Tunç
Yedikıta
Sayı 1, Eylül 2008
www.yedikita.com.tr
Yedikıta
Sayı 1, Eylül 2008
www.yedikita.com.tr
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.