2012-05-21

Telgrafın Mucidine, Osmanlı'dan Madalya

Telgrafın Mucidine, Osmanlı'dan Madalya

Osmanlı'nın İlim ve Teknolojiye Verdiği Ehemmiyet
Telgrafın Mucidine, Osmanlı'dan Madalya 

Telgraf ilk defa Beylerbeyi Saray’ında Sultan Abdülmecîd Han'ın huzurunda tecrübe edildi ve muvaffak olundu. Sultan Abdülmecîd Han, Prof. Smith'e, Morse'a verilmek üzere kendi imzasını taşıyan bir ihtira berâtı ile murassa bir nişan (kadife bir kutu içinde elmaslı bir madalya) verdi.

Amerikalı ressam Morse ve arkadaşı Chamberlain, 1837'de bir pil, elle kullanılan bir anahtar, made­nî tel ve elektromekanik bir röle kullanmak suretiyle ilk elektrikli telgraf cihazını icâd etmişlerdi. Ancak Morse bu buluşunu pek çok Avrupalı hükümete tek­lif etmişse de bir ilgi göremedi. Bunun üzerine Chamberlain, âleti yanına alarak İstanbul'a geldi. Yalnız âlet henüz kusursuz değildi. Yapılan denemelerin ke­sin bir muvaffakiyetle neticelenmediğini görünce âle­ti alıp, hatâlarını gidermek üzere Viyana'ya gitti. Yol­da, bindiği geminin Tuna'da batması üzerine bu ça­lışması yarıda kaldı.

Sultan Abdülmecîd Han bu buluşu dikkatle tâkib etti. Nitekim pâdişâhın bu alâkasını bilen ve İstan­bul'da jeoloji araştırmaları yapan Amerikalı ilim ada­mı Lawrence Smith, Morse'a bu âletin bir numune­sini sipariş etti. Âlet İstanbul'a geldiğinde ilk tecrübe­si Beylerbeyi Sarayı'nda Sultan Abdülmecîd Han'ın huzurunda gerçekleştirildi ve başarılı olundu. Sultan Abdülmecîd Han, Morse'a verilmek üzere kendi im­zasını taşıyan bir ihtira berâtı ile murassa bir nişan (kadife bir kutu içinde elmaslı bir madalya) verdi. Morse:

"Sultan Abdülmecîd Han, bu nişanı ve tebrikiyle keşfimin değerini anlayan ilk büyük insan olmuş­tur." demiştir.


Sultan Abdülmecîd Han'ın bu davranışı bütün dünya liderleri tarafından duyulmuş ve her biri Morse'a hediyeler vermek için yarışmışlardır.

Bu hâdiseyi pâdişâhın huzurunda yapılan test sı­rasında bizzat şahit olup sonra hatıratında nakle­den Amerikalı seyyah Cyrus Hamlin'in kaleminden aktarıyoruz:

Profesör Morse, 1839 yılında mucidi olduğu telg­raf üzerinde çalışmalarını Paris'te sürdürürken ABD'li dostu Bay Chamberlain de kendisine refakat ediyor­du. Chamberlain, elinde bir sürü yeni îcâd edilmiş âletle İstanbul'a çıkageldi. Ümidi, önce Türk hüküme­tinden ve sonra Avusturya'dan patent alabilmekti. Elimde bir galvanik pil görünce bunu benim çalışma odamda kurdu ve bizimle beraber birkaç asilzade de hâdiseyi seyretti. Âletin yapımı hayli kusurluydu, ne gerektiği gibi çalıştı ne de beklenen neticeyi verebil­di. Kâğıda işaretleri geçiren çelik uç yerine üçü yan yana dizilmiş sıradan mürekkepli kalem kullanılmıştı.

İşaretler kimi zaman silik çıkıyor ve kimi zaman hatta hiç çıkmıyordu. Yine de bu, neler yapılabilece­ğinin bir göstergesiydi ve sırf bu yüzden oldukça il­ginçti. Nihayet Chamberlain'in Viyana'ya gidip en iyi kafaları bulması ve üzerinde çalışarak bambaşka bir âletle geri dönmesi kararlaştırılmıştı. Böylece işi bitti­ğinde Türklere daha hoş bir şey sunabilecekti. Koca koca ümitlerle yola çıktı Chamberlain; fakat Tuna'ya açılır açılmaz kayığı akıntıya yakalandı ve beş arkada­şıyla birlikte hayatını kaybetti. Bu elîm hâdise yüzün­den Doğu'nun telgrafla tanıştırılması teşebbüsü akim kaldı.

1847'de bir kez daha denendi. ABD'nin Tennessee Eyâleti'nden, birçok ilmî muvaffakiyete imza atan ve bir ara Türk hükümeti tarafından da jeolog olarak istih­dam edilen Prof. J. Lawrence Smith, bir madencilik okulu kurmak gayesiyle ABD'den birçok âlet sipariş et­ti. Maksadı Dersaâdet'le komşu bir şehir arasında bir telgraf ağı kurmaktı.
Morse'a mükâfat verilmesine dâir bir vesika

Maalesef parçaların bir kısmı eksikti. Bunları da zaman zaman bizzat tadilatla meşgul olduğum küçük atölyede bizler tamamladık.

Bu, Chamberlain'in elindeki kaba saba şeyden çok daha başkaydı. Bir kere bir Amerikan yapımıydı ve bunun bir Amerikalının elinden çıkmış olması ve onun tarafından Türk sultanına takdim edilmesi bizi oldukça gururlandırmış ve memnun etmişti.

Üç gün test ettikten sonra, ben büsbütün hazırlık­sız olmama rağmen, sultanın davetiyle saraya gitmek durumunda kaldık. Resmî hiçbir payesi olmayan biri­nin Osmanlı sultanının huzuruna çıkarılması ender rastlanan bir hâdiseydi ve bizim teşrifat âdabına has­sasiyet göstermemiz gerekiyordu.

Amerikan Elçilik Sekreteri J. P. Brown bize tercü­man olarak eşlik edecekti.
Saraya varır varmaz başmabeyinci tarafından kar­şılandık ve kabul odasında sultanın emirlerini bekle­dik. Dayanılmaz tatlılar, çubuklar ve kahve vs. den sonra huzûr-ı âliye kabul olunduk. Hünkârın makamı sarı renkli ve devasa bir ahşap yapı olan Beylerbeyi Sarayı'ndaydı. Daha sonra burası yıkılmış; yerine kü­çük ve küçük olduğu kadar da sağlam ve güzel kagir bir bina inşâ edilmişti. Sultanın odası öyle büyüktü ki ebatları hakkında tahmin bile yapamıyorum.

Sultan, bizim de buyur edildiğimiz karşı köşeden girdi odaya. Yirmi adım ilerleyip gayet alçaktan ve ol­dukça resmî bir temenna ettik ve sultan başını hafif­çe eğerek karşılık verdi selamımıza. Tekrar ilerledik ve aynı usûlle selam verdik. Bu sırada o da bizi karşıla­mak için hareketlendi; üçüncü selamda huzurdaydık. Bay Brown'a birkaç kelimeyle iltifat buyurdu, Prof. Smith'in gayretlerini övdü, benim kim olduğumu su­al etti ve nihayet şehr-i saadetlerinde rahat bir mes­ken bulabilmemi ümit ettiğini söyledi.

Daha sonra Prof. Smith, zât-ı âlîlerine âletleri gös­terdi ve kendilerine alfabeyi îzâh etti. Sultan derhal neyin ne olduğunu kavradı ve "Bu, pekâlâ bütün dil­lere tatbik edilebilir. Ve bizim alfabemiz sadece yirmi iki harf olduğundan bu iş için çok daha müsait." bu­yurdu. Âletin işleyişi Zât-ı Şahâne'yi daha da şaşırttı.
Prof. Smith, sultana daha musavver bir şeyler sunabil­mek kaygısıyla bizim galvanik cihazlarımızı da yanın­da götürdü. Prof. Smith cihazları kurarken Pâdişâh pür-dikkat onu seyretti ve sorularıyla sık sık araya girdi. Gi­yimi gayet sade ve hoştu ve bizim rahat hissetme­miz için elinden geleni yaptı. Tavrı tek kelimeyle beyefendiceydi.

Telgrafın biri taht salonunun üst köşesindeydi, di­ğeri ise sarayın yan odalarından birinde. Biz bu çalış­malara devam ederken sultan, Bay Brown ile konuşu­yor; Meksika'da sayıları bizden daha fazla olan düş­man kuvvetlerine galip gelmemize bir hayli şaşırdığı­nı söylüyordu. Bay Brown ise ona, Meksikalıların câhil insanlar olup, Katolik olduklarını ve tahsilli Protestan­lara karşı koyamayacaklarını ifâde etti. "Gerçekten öyle mi?" dedi, Türklere mahsus bir hayret ve şüp­heyle. Sonra ekledi, "Şayet mümkün olsaydı, bir mil­letler cemiyeti (ilk Birleşmiş Milletler fikri) kurar ve beynelmilel sürtüşmeleri bu yolla hallederdim. Ve ar­tık insan, insanın kanını dökmezdi!" Sultanın tazim ifâde eden unvanlarından biri de "Hünkâr"dı, yani Hükümdar! Onun atalarını yâd edişi, sonra "barış ha­varisi" diye bilinen Kaptan William Ladd'den bahse­dişi oldukça hayret vericiydi.
Amerikalı seyyah Cyrus Hamlin'in 1878'de New
York'ta basılan ve yazıya mevzu olan hâtıran

Prof. Smith cihazların kurulup hazır olduğunu bil­dirince sultan bir an tevakkuf etti ve sonra profesörden diğer istasyona gitmesini istedi. Bu kişiyi uzaklaş­tırmak ve kolay nüfuz edebileceği benimle yalnız kal­mak arzusundaydı. Kâtibi ve Fransızca hocası bana, "Majestelerinin huzurunda oturmamalısınız, fakat bağdaş kurmak isterseniz bir yastık getirtebilirim." dedi. Reddettim ve her şey tamam olduğunda, âlet üzerinde daha dikkatli çalışabilmek için, majestelerin­den bir sandalye istedim. "Mettez une chaise! Mettez une chaise! "(Bir sandalye getirin! Bir sandalye geti­rin!) diye karşılık verdi gayet açık bir memnuniyetle. Refakatindekiler emri derhal yerine getirmek için fır­ladılar, fakat bir frengin bu denli cesaretine ve pâdi­şâhın bu derece lütûfkâr oluşuna şaşırmış gibiydiler. Neden sonra Bay Brown pâdişâhtan bir mesaj geçmesini rica etti. O da "Fransız gemisi vardı mı?" ve "Avrupa'dan haberler nedir?" diye not ettirdi. 

Bir müddet dikkatle yapılanları seyretti, büyük adımlarla yan odadaki istasyona geçti; etrafındakileri çoktan geride bırakmıştı, haberin diğer istasyona ulaşıp ulaş­madığını herkesten Önce o görmeliydi. Girer girmez Smith'in okuduğunun ne olduğunu sordu; az önce yazdıklarının aynısıydı! Ve "Maşallah! Maşallah!" dedi.
Cevabi telgrafsa çok daha uzundu ve o hemen tekrar yanıma dönüp mesajın gelmesini bekledi. Ben de bir yandan, sultan okuyabilsin diye, işaretlerin altı­na denk geldikleri harfleri yazıyordum. Yazılanları okurken, "Burada bir hata yapmadın mı? Bir manası olabilmesi için bu "I" olmalı değil miydi?" dedi ve ek­ledi, "Anlıyorum, pekâlâ hatalar olabilir, fakat bu manayı zedelemez zannımca".
Profesörü çağırttı, kendisine tebrik ve takdirlerini iletti. Ardından sistemi sarayda ikinci kez ne zaman tecrübe edebileceğimizi sordu. "Zât-ı âlileri ne zaman arzu ederse", "Öyleyse yarın saat birde bekliyorum." dedi ve bizler müsâade istedik.

 Prof. Smith artık mutmain olabilirdi. Sultan üzerinde daha müthiş bir intiba bırakamazdı. Sultan memnuniyetini gizlemiyordu. Ertesi gün, bütün saray erkânının toplanmasına şehadet etmek için vakitlice orada olmaya gayret ettik. Zîrâ en çok görmek istedi­ğimiz manzaraydı bu. Paşaları kabul ile vazifeli muhafızın giyimi gayet muntazamdı. Fakat paşaların bazısı karadan ve bazısı denizden teşrif buyurduklarından muhafızın bir anda iki yerde birden bulunma­sı icap ediyordu! Ve onun bu bir kapıyla diğer kapı arasında şaşkına dönmüş halde gidip gelişleri hayli eğlenceliydi. Taht odasına buyur edildik ve az sonra da âlî maiyetinin başında sultan içeri girdi.
Sultan Abdülmecid Han

Huzurda şeyhülislâm, Rumeli ve Anadolu beyler-beyileri, sadrazam, hâriciye nâzırı, bahriye nâzırı ve diğer erkân hazır bulunuyorlardı. Onlar telgraf hak­kındaki îzâhatı dinlerlerken bizim için de onları izleye­bilmek imkânı doğmuştu.

Biz henüz başlamadan sadrazam, Bay Brown'a, "Şu kişi dünyayı altüst eden Amerikalı misyonerler­den biri mi yoksa?" diye sordu ve ekledi, "Pek de tehlikeli birine benzemiyor aslında!"
Nihayet âleti çalışır halde gördüklerinde sadrazam birkaç cümlelik bir şey söyledi ve Profesör de dedikle­rini aynen gönderdi. Kâğıdın üzerindeki işaretler bü­yük bir dikkat ve hayretle tetkik edildi. İkinci bir telg­rafa gerek kalmadı. Ve şanslı olmalıyız ki, daha sonra tellerden birinin koptuğunu fark ettik. Kuvvetle muh­temeldi ki bu, telgrafın burada tanıtılmasından mem­nun olmayan kişilerden biriydi.

Sultanın etrafındakilerce her sözüne "Evet efen­dim" diye karşılık verilmesi, ona gösterilen hürmetin boyutları hayret vericiydi. Sultan Edirne ile İstanbul arasında bir hattın çekilebilmesi ihtimalini ve maliye­tini sordu; Smith mümkün olduğunu ve muhtemel fi­yatı söyleyince pek ucuz olduğunu söylediler.
Saray erkânı ayrılınca biz de selam verip alt katta­ki bekleme salonuna geçmek üzere huzurdan çıktık. Ardımızdan sultan kâtibini gönderdi ve şükranlarını nasıl ifâde edebileceğini sordu; bir kese altın yahut bir nişan? Profesör, kararın elbette sultanın olduğunu ve ne ihsan buyrulacaksa telgrafın mucidi Prof. Morse'a takdim edilmesi gerektiğini söyledi. Böylece ken­disine Morse adına bir berat ve elmasla müzeyyen bir nişan verildi.

Altı yıl sonra, Kırım Savaşı patlak verince telgraf artık bir zaruretti ve İstanbul bir yığın ağla yalnız Edir­ne'ye değil, dünyaya bağlanmıştı. İmparatorluğun en ücra köşelerinden, Hindistan'dan, Amerika'dan, Av­rupa'nın her yerinden İstanbul'a telgraf yağıyor ve bunlar sabah akşam yayınlanıyordu.

Sinan Tunç
Yedikıta
Sayı 1, Eylül 2008
www.yedikita.com.tr




Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Bu ay öne çıkanlar