2012-05-31

Efendimiz (s.a.v.)'in Âşığı Bir Osmanlı Şâiri; NÂBÎ

Efendimiz (s.a.v.)'in Âşığı Bir Osmanlı Şâiri; NÂBÎ
Efendimiz (s.a.v.)'in Âşığı Bir Osmanlı Şâiri; NÂBΠ


"Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-ı Hûda'dır bu.
Nazargâh-i İlâhidir, makâm-ı Mustafâ'dır bu."


Asıl adı Yusuf, mahlası Nâbî! Yani "yok, yok!" onda (Okurlarımızın malumudur ki "nâ" ve "bî" ek­leri Farscada "yok" demektir. Ve iki menfî, müspet ifâde eder.)!

Önce Urfalı bir arzuhalci, sonra İstanbul­lu tatlı dil ve hoşsohbet bir velî; fakat hırkası yok sırtında. Kâğıtla söyleşen bir hikmet ehli. Musahip Mus­tafa Paşa'nın sâdık ve merbut dostu. Yolu Halep'e de düşen bir İstanbul sevdalısı.

1642'de eski adı Ruha olan Urfa'da doğmuş Nâ­bî. Ardında bıraktığı onca eserden anlaşılıyor ki sağ­lam bir tedrisattan geçmiş. Derviş-hasletmiş; gözü ne izzet ve ne de câhta imiş.
Doğum yeri için kendisi şöyle diyor dîvânında:

"Hâkimüz mevlididür Hazret-i İbrâhimün
 Nâbiyâ rast makamında Ruhâvîyüz biz."

 (Toprağımız Hazret-i İbrahim (a.s.)'in de doğduğu yerdir. Ey Nâbî, rast makamında Urfalıyız biz.)


Urfa'dan İstanbul'a

Urta'da arzuhalciyken valinin tavsiye ve desteğiyle İstanbul'a yol alır Nâbî. İlk hâmisi Musahip Mustafa Paşa'dır. Yanına alır onu ve Dîvân Kâtibi eyler kendine. Önce Dersaâdet'in havası pek açmaz mağmum gönlü­nü; fakat Paşa var olsun, tutar elinden ve Nâbî, boğar içinde dallanan ye'si. Ve az zamanda çok ses getirir; latiftir şiiri, hikmet doludur ve babacandır edası:

"İlim bir lücce-i bî-sâhildir.
Anda âlim geçinen câhildir"

 (İlim, sâhilsiz bir denizdir. Onda âlim geçinen câhildir.)


Adını Naili işitir, Sabit işitir. Seyyid Vehbî işitir ve hepsi de takdir ve tebcil ederler Nâbi'yi. Hatta devrin "Şeyhu'ş-Şuarâsı" diye yâd ederler onu.

"Düşdi Kamançe Hısnı'na Nûr-ı Muhammedî"


Nâbî aziz dostu Mustafa Paşa sayesinde pâdişâh-ı cihanın (Sultan Dördüncü Mehmed Han) me­rasimlerine katılır, sefere çıkar orduyı hümâyûn ile. Lehistan seferine de iştirak eden Nâbî Kamaniçe Kalesi'nin zaptı üzerine bir fetihname yazar ve bu mısraı kalenin kapısına nakşettiren Pâdişâhımız Efendimiz fethin târihini bununla yâd ettirir:


"Târihini felekte melek yazdı Nâbiyâ,
Düşdi Kamançe hısnına nûr-ı Muhammedi."

 (Târihini gökte melek yazdı ey Nâbi! Kamaniçe Kalesi'ne Hazret-i Muhammed (s.a.v)'in nuru düştü.)

“Sakın Terk-i Edebden!"

Yine Mustafa Paşa'nın yardımıyla hacca gider Nâbî. "Tuhfetü'l-Haremeyn"ini işte bu hac seferi esnasında yazar. Bu kitap hepimizin âşinâsı olduğu, hac denince ufak ufak mırıldandığımız mübarek mısra'ların da arasında bulunduğu bir şaheserdir.

"Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-ı Hûda'dır bu.

Nazargâh-ı İlâhidir, makâm-ı Mustafâ'dır bu."

 (Edebi sakın terk etme, zîrâ Hazret-i Allah'ın sevgili kulunun köyüdür burası. Hazret-i Allah'ın nazar kıldığı yer ve Hazret-i Muhammed (s.a.v.)'in makamıdır hem.)


Nâbî'nin en şöhretli eseri, "Hayriyye"si, nam-ı di­ğer "Hayrînâme" sidir. Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Târihi isimli eserinde şöyle diyor Nâ­bî'nin Hayriyye'si için: "Onun bilhassa 'Hayriyye' adlı mesnevisidir ki hem şâirine büyük şöhret sağlamış hem de fikrî-didaktik ve ahlâkî mesnevî vadisinin bel­li başlı eserlerinden biri olmuştur."

Evet, eser öğütler­le dolu bir dükkân-ı hikmet ve devrinin iç yüzünü ve içtimaî hayatını yansıtan yalansız bir ayna. Sadece bu değil daha pek çok eseri onlarca yıldır kütüphaneleri­mizi süslemiş, gönüllere neşe, ufuklara ışık olmuş.

Paşa Yoksa Ben de Yokum!

Musahip Mustafa Paşa kaptân-ı deryalık ile sa­raydan uzaklaştırılınca sâdık bendesi Nâbî de pek eğ­leşmeden çıkıp gider saraydan. Paşa Mora'ya gider ve ardından Nâbî de düşer yola. Paşa Boğazhisar'a muhafız olarak tayin edilir, Nâbî yine takip eder onu. Nihayet bu vazifedeyken vefat edince paşa, Nâbî Halep'in yolunu tutar. Evlenir, çoluk çocuk sahibi olur Halep'te. Onca ihsanı elbette unutmaz, Paşa'ya olan şükranını kelimelerle mühürler sayfalara:


"Musahip Mustafa Pâşâ'nun olsun devleti efzûn,

Ne gördükse anun lütfüyîe gördük dâr-ı dünyâda,"

(Musahip Mustafa Paşa'nın büyüklük ve saadeti bol olsun, zîrâ bu dünyada ne gördükse onun lütfuyla görmüşüzdür hep.)

Çok zaman kalır Halep'te, ama İstanbul hasreti adetâ yakar yıkar yüreğini. Kimi zaman sitem ve fer­yat dolu mısralar uçurur İstanbul'a, tâ Halep'ten!

"0l nazenin kıyafet, o rengin eda ile

Çeşmümle gûşum itmiş iken ülfeti

L
âyık mıdur bu sâmia bu bâsıra fakir

 Mahrûmî-i gıda ile çekmek eziyyeti?"

(O nazlı kıyafete, o renkli edaya gözüm ve kulağım böyle alışmışken layık mıdır bu göze ve kulağa gıdasın­dan mahrum olup bu kadar eza çekmek!)


"Gitti Nâbî Efendi cennete dek!"

Çekilen bunca hasret nihayet biter ve Nâbî eski sevdiğine kavuşur. 1710'da İstanbul'a yeniden mer­haba der o pîr-i sühân. Amma ki bu kez de muradı­nı alacak ömrü kalmamıştır. İki yıl geçer aradan ve son sözü dostlar söyler:

"Gitti Nâbî Efendi cennete dek!"

Naşı Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı'nda Mis­kinler Tekkesi Sofası"na defnedilmiştir. Gidilmek zah­met olur denirse, deriz ki en azından bir "Fâtihâ" ile şâd u handan edelim ruhunu. 


Harun TUNCER
Yedikıta
Sayı 1, Eylül 2008

Kaynaklar
 _________

Nâbî Dîvânı. (Yayına Hazırlayan: Dr. Ali Fuat Birkan), İstanbul 1997.

Nihat Samı Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. M.E.B. İstanbul 2001.

Abdülkadir Karahan, "Nâbî". DİA. c. XXXII, (İstanbul 2006). s. 258-260.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Bu ay öne çıkanlar