Osmanlı Hanedanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osmanlı Hanedanı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2011-11-15

Atatürk Osmanlı Padişahı Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan ile evlenmek istedi. Çünkü

Atatürk Osmanlı Padişahı Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan ile evlenmek istedi. Çünkü


Çünkü; Atatürk hem Sabetayist hem de İngiliz Ajanıydı.
Hedefi, Osmalı Devletinin yıkılışını hızlandırmak ve Osmalı topraklarının İngiliz Sömürgesi haline gelmesini sağlamak ayrıca da  dört yüz sene Osmanlı toprağı olan bölgede İsrail'in kurulmasını sağlamaktı... Aynı hedefe hizmet eden diğer hain Sabetaycılarla ve İngiliz ajanları ile sıkı bir iletişim halindeydi. Şartlar öyle gerekti ve buzdağının görünen yüzü olarak halka bir kurtarıcı gibi kabullendirildi. Onu sahneye sürüp oynatan ekip de artık gün yüzüne çıkartılmalı...
O tarihlerde Hürriyet Gazetesi'nde yazan tarihçi Murat Bardakçı'nın konu ile ilgili yazısını iktibas ediyoruz/alıntılıyoruz;

****************************

Hürriyet Tarih Dergisi’nin sponsorluğunda hazırlanan ve Kanal D’de bu akşam saat 23.45’te yayına girecek olan "Son Osmanlılar" belgeselinde, Türkiye’den 1924’te sürgüne gönderilen hanedan mensuplarının maceralı hayatlarıyla beraber, Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan’ın hüzünlü öyküsü de yeralıyor.


Ama, Sabiha Sultan’ın hanedan mensupları arasında çok daha başka bir yeri var: Mustafa Kemal Paşa tarafından evlilik teklifi yapılmış bir sultan olması... Hadiseler başka türlü cereyan etseydi ve Sabiha Sultan genç Paşa’nın teklifine "Evet" demiş olsaydı tarih nasıl yazılırdı, kim bilir?

Türkiye’de, bundan 90 sene kadar önce, gerçek olması halinde tarihi baştan başa değiştirecek olan bir evlilik teşebbüsü yaşandı: Mustafa Kemal Paşa, Osmanoğulları’nın son hükümdarı Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan’la evlenmek istedi.


İşte, Türkiye’nin yakın tarihini baştan başa değiştirecek iken son anda mümkün olamayan bu evlilik girişiminin öyküsü:
Sultan Vahideddin’in iki kızı vardı: Ulviye ve Sabiha Sultanlar... Hükümdarın küçük kızı olan Sabiha Sultan 1894’te doğmuş, ablasıyla beraber Batılı bir prenses gibi büyütülmüş ve evlenme çağına geldiğinde birçok talibi çıkmıştı. Talipler arasında zamanın İran Şahı Ahmed Kaçar Han da yer almış ama Sultan Vahideddin "Sünni bir padişah kızını Şii bir hükümdara nasıl verir?" diyerek isteği ustalıkla geri çevirmişti.

Sabiha Sultan’a işte o günlerde bir başka talip çıktı: Çanakkale’deki kahramanlığı dillerde dolaşmakta olan genç bir asker, Mustafa Kemal Paşa...

Mustafa Kemal Paşa, Sabiha Sultan’dan hakikaten hoşlanmış mıydı, yoksa ezeli rakibiEnver Paşa’nın seneler önce yaptığını yapıp saraya damat mı olmak istemişti, bunları kimse bilmiyor. Ama evlilik olamadı ve her iki taraf da kendi yollarına gittiler. Sonrası, málum... Paşa, Látife Hanım ile kısa sürecek bir izdivaç yaptı; Sabiha Sultan da son Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu olan ve seneler öncesinden aláka duyduğu kuzeni Şehzade Ömer Faruk efendi ile evlendi ve üç kızları oldu: Neslişah, Hanzade ve NeclaSultanlar...

Sabiha Sultan, Mustafa Kemal Paşa’nın evlilik talebinden yakın dostlarına sonraki senelerde bahsederken hadiseyi doğrulayacak, hattá "Kendilerini bir defa görmüş ve hoşlanmıştım. Gayet yakışıklı idi. Ateş gibi gözleri vardı, alev alev yanıyorlardı. Ama evlenemezdim, zira Faruk’u seviyordum" diyecekti.

BAŞBAKANA YAZDIRDI
Bu evlilik meselesinden geriye tek bir belge kaldı: Sabiha Sultan’ın o günlerden 40 küsur sene sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nde başbakanlık yapan ve ortanca kızı Hanzade Sultan’ın dünürü olan Suat Hayri Ürgüplü’ye yazdırdığı kısa hátıratının birkaç satır.

Mülákat şeklinde kaleme alınan bu hatıratta, Suat Hayri Ürgüplü, Sabiha Sultan’a"Duyduğumuza göre, Mustafa Kemal Paşa sizi istemiş, pederiniz razı olmamış. Doğru mudur?" diye soruyor ve Sultan şu cevabı veriyor:
"Evet, istemiş. Benimle konuşmuş değildir ama ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ile Naciye Sultan’ın hayatı vardı. Sonra, tanınmış ...bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu."


Mustafa Kemal Paşa ile Sultan Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan arasındaki evlilik meselesinin Sabiha Sultan tarafı, işte böyle. Merak edenler için, Sabiha Sultan’ın 1924 sürgününden sonraki hayatını da kısaca anlatayım:
Sultan, 1924 Mart’ında ailesiyle beraber gurbete gitti ve birkaç ay İsviçre’de yaşadıktan sonra Fransa’ya, oradan da Mısır’a naklettiler. Ama, büyük bir aşkla evlendiği eşi Şehzade Ömer Faruk Efendi ile Mısır’da iken aralarına soğukluk girdi ve 1948 Mart’ında boşandılar.


TAZİYE BEKLEDİ
Sabiha Sultan, Menderes Hükümeti’nin 1952 Haziran’ında hanedanın hanım mensuplarının Türkiye’ye girişini serbest bırakmasından sonra Türk vatandaşı oldu ve"Osmanoğlu" soyadını aldı. Sonra, İstanbul’a yerleşti; bir ara Avrupa’ya, kızlarının yanına gitti ve hayata 1971’in 26 Ağustos’unda, ortanca kızı Hanzade Sultan’ın Yeniköy’deki yalısında veda etti.

Sultan, boşanmış olmalarına rağmen, kocası Şehzade Ömer Faruk Efendi’ye duyduğu aşkı hayatı boyunca muhafaza etti. Hattá, Faruk Efendi’nin 1969 Mart’ında Mısır’da sürgünde vefat etmesinden sonra, kendisine başsağlığına gelmeyenlerle selámı sabahı kesti. "Boşanmıştınız, artık kocanız değildi, neden başsağlığına gelmelerini beklediniz?" diye soranlara da, "Evet ama amcazádemdi. Bana taziyede bulunmaları lázımdı" diyecekti.
Hadiseler başka türlü cereyan etseydi ve Sabiha Sultan genç Paşa’nın teklifine "Evet"demiş olsaydı tarih nasıl yazılırdı, kim bilir?

Son Osmanlılar artık kubbede kalan hoş  bir sadadan ibaret

KANAL D’de ilk bölümü bu gece 23.45’te yayınlanacak olan "Son Osmanlılar"belgeselinde, Osmanlı Hanedanı’nın keder ve hüzün dolu sürgün hikáyelerini izleyecek, birçok acı hatıraların yanı sıra Sultan Reşad’ın torunu Mahmud Namık ve SultanAbdülhamid’in torunu Abdülkerim Efendiler’in zindanların ıslak hücrelerinde ıstırapla yahut otel odalarında meçhul namlulardan çıkan kurşunlarla can verişlerinin öykülerine şahit olacaksınız.
Ama, bir hususu unutmamamız gerekiyor: Son Osmanlılar’ın hiçbiri, sürgüne gönderilen diğer memleketlerin hanedanlarının yaptığı hatayı yapmadı: Türkiye üzerinde ümitsiz bir iktidar mücadelesine girişmedi, Cumhuriyet ile yaşanan büyük değişimi kabul ettiler. Altı asır boyunca hüküm sürmüş olan Osmanlı hükümdarlarının torunları şimdi dünyanın dört bir yanına dağılmış vaziyetteler ve ailenin az sayıda mensubu da vatanında, Türkiye’de yaşıyor. Son Osmanlılar, artık kubbede kalan hoş bir sadadan ibaret.*

Padişah torununun ıstırap mektubu

GEVHERİ Sultan, Osmanlı hükümdarı Sultan Abdüláziz’in küçük oğlu ve Türk Müziği’nin en seçkin bestekárlarından olan Seyfeddin Efendi’nin kızıydı.

İstanbul’da, 1904’te dünyaya gelen Gevheri Sultan, sürgünün acısını 20 yaşındayken tattı ve Türkiye’den sınırdışı edilmelerinin hemen ardından babasını kaybetti, son derece sıkıntılı bir hayat sürdü, 1952’de verilen izinden sonra Türkiye’ye döndü, o da"Osmanoğlu" soyadını aldı ve dünyaya 1980’de veda etti.
Aşağıda, Gevheri Sultan’ın Kahire’de sürgünde bulunduğu sırada 1951’in 8 Aralık günü maddi yardım istemek maksadıyla kuzeni Sabiha Sultan’a yazdığı bir mektubun bazı bölümleri yer alıyor:
"Pek muhterem sevgili hemşirem,

...Ailemiz efradından birçoğu gibi hayat tarzımı istikbal ümidine bağlayarak bugüne kadar yaşadım. Fakat ne şartlar içerisinde yaşadığımı burada tekrar etmek gereksizdir. Gördüğüm uygunsuzluklar dolayısıyla pansiyondan pansiyona naklederek hayatımı sürdürmekteyim.

...Vaziyetimi beni yakından görmekle anlayabilirsiniz. Bugün üstüme giyecek iki kombinezonumdan başka bir şeyim yoktur. İnsan gençliğinde her türlü sıkıntıya tahammül edebilir fakat yaş bir dereceye geldiği zaman tahammül etmek şöyle dursun, nefsine pek ağır geliyor. Cenáb-ı Hak’dan dilediğim tek şey, biran evvel rahmetli anneciğime kavuşmaktır.

...İşte, benim yüksek kalpli hemşireciğim! Benim gibi bedbaht bir kadına merhamet gösterip yardım etmek bir sevaptır. Bugün yardımınıza muhtacım. Sizi seven ve pek çok seven merhum amcanızın ruhuna hürmeten bilmeyerek size karşı bir hatada bulundum ise beni affediniz ve iltifatınızdan beni mahrum etmeyiniz. Bunu yüksek kalbinizden ve hakka ve adalete olan bağlılığınızdan beklerim. Bilvesile en derin hürmetlerimle mübarek ellerinizi öper, iltifatınızı      beklerim efendim. 
Gevheri"

Murat Bardakçı
Hürriyet Gazetesi
18 Ocak 2006 

2011-11-04

" Babamın katl edilişini gördüm! " Sultan Abdüzaziz'in kızı Nazime Sultan anlatıyor...

" Babamın katl edilişini gördüm! " Sultan Abdüzaziz'in kızı Nazime Sultan anlatıyor...



Burada ilk defa yayınlayacağımız vesikayı ve Sultan Abdülaziz Han’ın kızı Nâzime Sultan’ın babasının katli sırasında gördüklerini nakletmeden önce padişahın vefatı hâdisesini kısa da olsa hatırlatmakta fayda vardır. Sultan Abdülaziz Han erkân-ı erbaa (dört kişi) diye adlandırılan Mithat Paşa, Hüseyin Avni, Mütercim Mehmed Rüştü Paşa ile Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi’nin ve önceden elde ettikleri altmış kadar yandaşlarının tertip ettiği bir darbe neticesi 30 Mayıs 1876 günü tahttan indirilmiş ve dört gün sonra da şehid edilmiştir.

PADİŞAHIN HAL’İ
Sultan Abdülaziz Han, yukarıda isimleri verilen dört kişinin şahsî kin ve garezleri ve bazı yabancı devletlerin parmağı ve yardımları sayesinde yapılan bir darbe neticesinde tahtından indirildi. Hâdise özetle şöyle olmuştu:

Hüseyin Avni, Mithat, Rüştü ve Süleyman Paşalar tarafından bu darbenin 30 Mayıs 1876 Salı sabah saat 4.30 civarlarında yapılması kararlaştırılmıştı.

Hüseyin Avni Paşa önceden, talim için Suriye’den getirttiği askerlerin, kışlalarda yer açılana kadar saray bahçesinde kalması için sultandan izin almıştı. Süleyman Paşa, hal’ gecesi bu askerler ile 300 Harbiye talebesine, padişaha bir suikast yapılmak istendiğini, yarın bu hususta erkenden tedbir alınacağını, verilecek emirlere aynen riâyet etmeleri gerektiğini, kimsenin giriş-çıkışına müsaade etmemelerini ve bunun padişahın emri olduğunu söylemişti.

İşte bu askerler gece saat dört civarında uyandırıldılar ve Harbiye talebeleri ile birlikte sarayı kuşattılar. Dünyanın en büyük ve modern harp gemileri ve zırhlılarından oluşan donanma, zaten geceleyin Dolmabahçe açıklarına demirlemişti.

Hal’in esas tertipçileri de geceden beri Kuzguncuk’ta Hüseyin Avni Paşa’nın yalısında, dürbünlerle sarayı gözetliyorlardı. Burada bulunmaları, eğer darbe muvaffak olamazsa toplantı yaptıklarını söyleyerek kendilerini temize çıkarmak içindi. Sultan Abdülaziz Han ise ibadet ve istirahattaydı…

Her şey planlanmış ve saray karadan ve denizden ablukaya alınmış, hal‘ kararı Dârüssaâde Ağası Cevher Ağa vasıtasıyla Pertevniyal Vâlide Sultan’a bildirilmişti.

Vâlide Sultan, derhal oğlunun odasına çıkıp onu uyandırdı. Ama hal’i oğluna doğrudan söylemeye cesaret edemiyordu. Tam bu esnada top sesleri duyulmaya başlamıştı. Sultan Abdülaziz Han, büyük bir teessürle:

“Bunlar Sultan Murad’ın cülûs toplarıdır vâlide. Beni amcam Sultan Selim Han’a döndürdüler ve bu işi Avni Paşa yapmıştır. Zannederim Rüştü ile Ahmed Paşa da bu işte birliktir. Cenâb-ı Hakk’ın takdiri böyle imiş” diyerek hızla giyindi.

Sultan Abdülaziz Han ve yakınları hemen sarayın rıhtımına indirildiler ve Topkapı’ya götürülmek üzere burada kendilerini bekleyen kayıklara bindirildiler.

Bu hazin manzarayı bir kişi daha seyrediyordu ki o da gelecekte tahta çıkacak olan şehzade Abdülhamid idi. Amcası ve âilesinin kayıklara bindirildiği ve zırhlıların açığından geçirilerek Sarayburnu’na çıkarıldığı sahneyi, hayatının sonuna kadar unutmayacak, bu işi yapanların simaları asla hâfızasından silinmeyecekti.

Sultan Abdülaziz Han ve efradı, Topkapı Sarayı’na nakledildi. Ailesine ve kendisine öğle yemeği verilmedi. Bizzat Hüseyin Avni Paşa’nın emriyle ve kasten, amcası Sultan Üçüncü Selim Han’ın şehid edildiği daireye yerleştirildiler. Bunların hiçbirisi tesâdüf değildi. Cinayetin safhaları birer birer tatbik ediliyordu.

Hemen o gün, 30 Mayıs 1876 Salı günü, Veliahd Murad Efendi tahta çıkarıldı.

İHTİLALCİLERİN YAĞMASI
Sultan Abdülaziz Han, Dolmabahçe Sarayı’ndan ayrıldıktan sonra, geride kalan eşyalarının ve paralarının büyük bir kısmı bazı fırsatçı darbeciler tarafından yağmalandı.

Sultan Abdülaziz Han’ın şahsî servetinin tamamına el konulmuş ve paralarının hazineye devrine dair komisyon tarafından bir karar alınmıştır. Mücevherler ise, satılmak üzere, Hiristaki isminde bir Rum sarrafa teslim edilmiş ve Paris’te daha pahalı satılır diyerek oraya gönderilmiş ancak, Hiristaki Efendi bir daha geri dönmemiştir. Böylece bir Türk hakanının mücevherleri, dolandırıcı bir Rum’un elinde kalmıştır.


SULTAN ABDÜLAZİZ’İN SON RİCASI
Sultan Abdülaziz Han, Topkapı Sarayı’na hapsedildiği sırada, Sultan Beşinci Murad’a bir mektup yazdı. Mektubunda özetle:

“Evvelâ Cenâb-ı Hakk’a, sonra atebe-i şevketlerine sığınır, kendi elimle silahlandırdığım askerin beni bu hâle koyduğunu hatırlamalarını tavsiye eder ve husûsî bir mekâna naklimi rica ederim.” diyerek, kendisinin bir an önce emin bir mekâna naklini istemiştir.

NEDEN KATLEDİLDİ?
Sultan Abdülaziz Han, Topkapı Sarayı’ndan, Ortaköy’de Çırağan Sarayı yanında bulunan Fer’iye Sarayı’na nakledilmesini istemiş ve bu isteği 1 Haziran 1876 günü yerine getirilmişti. Sultan Abdülaziz, burada gayet sıkı bir şekilde gözaltına alındı ve hemen, hizmetine üç hizmetçinin tayin edildiği vâlide sultana bildirildi. Bu üç uşak, Cezâyirli Mustafa Pehlivan, Yozgatlı Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmed idi.

Bu üçü, cinayet günü sabah erkenden Fahri Bey tarafından gizlice saraya sokulmuşlardı. Binbaşı Necib ve Binbaşı Ali Beyler de gelmişti. Reyhan ve Rakım Ağalar odanın kapısı önünde, kimsenin sokulmaması için nöbetçi bırakıldılar. Böylece katil heyeti sekiz kişi oldu. Bu altı kişi, sessizce Sultan Abdülaziz Han’ın odasının önüne geldiler ve içeri girdiler. Çok hızlı hareket eden kâtiller, Sultan Abdülaziz Han’ın üzerine atıldılar. Bir mücadele yaşandı. Bu mücadelede padişah zaman zaman ellerinden kurtulmayı başardı. Fakat daha sonra padişahı ellerine geçirdiler ve bilek damarlarını kestiler. Sultan tamamen bitkinleşince de olduğu gibi bırakıp her biri bir yere savuştular.

Ardından da önceden ayarlandığı gibi, hizmetçi ve küçük memurlardan birkaçı hemen feryada başladılar. Bu feryadlar üzerine odanın kapısı kırıldı ve Sultan Abdülaziz Han, bir şilteye sarılarak çok hızlı bir şekilde karakola götürüldü. Bu acelenin asıl sebebi, padişahı katlettikleri sırada yaşanan boğuşma izlerini göstermemek ve muhtemel delilleri ortadan kaldırmaktı.

Sultan Abdülaziz Han’ın katli esnasında, sarayda bulunan şehzâdeler ve diğer saray erkânının kapılarına nöbetçiler dikilmiş, odalarından çıkmalarına asla müsaade edilmemişti.

Karakola nakledilen padişah hâlâ canlı idi. Muayene ve rapor için gelen doktorlardan bazıları padişahın vücudunu etraflıca incelemek istedikleri vakit, Hüseyin Avni Paşa:
“Bu, bir padişahın cesedidir. Onun için size her tarafını açıp gösteremem” demek suretiyle isteklerine mâni oldu.

Bu şekilde, incelenmeden tutulacak bir rapora imza atmayacağını bildiren Hekim Ömer Paşa’nın o anda rütbeleri sökülmüş ve askerlikten uzaklaştırılmıştı.

Hatta rapor iki kere yazılmış ve vekiller tarafından beğenilmemiş ve üçüncüsü yazılmıştı. Doktorlara önce yüzü açılıp gösterilmiş ve bu cesedin Sultan Abdülaziz Han’a âit olduğu tesbit ettirilmişti. Daha sonra sağ ve sol kolları açılarak gösterilmişti. Sadece bunlara göre rapor yazılmış ve cesed ile beraber bir de makas getirilmişti. Bu kontrol esnasında, doktorlara: “İşte yaraları açan bu makastır. Sultan bu makasla kollarını kesmiştir!” denilmişti. Doktorlar bu hususu raporlarında aynen şöyle yazmışlar ve:

“Mezkûr makas kanlı olup, Hüdavendigâr-ı sâbıkın bâlâdaki zikrolunan cerihaları bununla icra etmiş olduğunu bize beyân ettiler” demek suretiyle, intihar veya katil hususunda kendi görüşleri değil kendilerine söylenenin böyle olduğunu ortaya koymuşlardı. Hem muayene için izin verilmiyor, hem de işte kendini bu makasla kesti denilerek, daha o anda karar verilmiş oluyordu.

Raporu imzalayan doktorlardan üçü muayenede bulunmuş diğerleri ise, arkadaşlarının şahitliklerine binaen raporu imzalamıştı. Meşhur Doktor Marko Paşa ise cesede hiç elini sürmediğini daha sonra ifade etmiştir. Raporun ne için tutturulduğu bile meçhuldür. Eğer intiharı ispat içinse, doktorlar böyle bir şeyi raporda ifade etmemişlerdir. Bu rapor, sadece hiçbir şey yapılmadı denmemesi için acele ile yapılmış bir teşebbüstür.

Bu hâdisedeki en mühim nokta, padişahın naaşının niçin alelacele karakola nakledilmiş olmasıdır. Niçin olduğu yerde ve odasında tahkikat yapılmamıştır?

Bunun sebebi şudur; suikast sonrasında canlı kalma ihtimaline mahal vermemek için, nakil esnasında ve karakolda tamamen şehid edilmesi sağlanmıştır. Katil heyeti bu arada zaman kazanmış ve padişahın vefatını kesinleştirmiştir. Sultan Abdülaziz Han, sadece kan kaybıyla değil, pehlivanlarla yaptığı boğuşma sırasında da aldığı darbeler ve ardından kan kaybından vefat etmiştir. Yukarıda belirttiğimiz üzere Sultanahmed Camii baş imamı naaşı yıkayan kişi olması hasebiyle, Yıldız Mahkemesi’ndeki şahitliğinde, padişahın vücûdunda bilhassa kalp kısmında morluklar gördüğünü ifade etmiştir.

Hüseyin Avni’nin: “Bu ceset sıradan birinin cesedi değildir” diyerek muayeneye mâni olması da bu işin bir tertip olduğunu teyit ediyor. Sultan Abdülaziz Han’ın cesedi mühim bir şahsiyetin cesediydi de niçin bir karakolun alt katına ve hem de alelade bir şilteye sarılarak kondu, niçin acele ile saraydan çıkarıldı, niçin yangından mal kaçırır gibi taşındı?

Bu nakil hâdisesindeki asıl maksat da, Sultan Abdülaziz Han’a sarayda ilk yardım yapılmasına mâni olmak, kâtillerin saraydaki telaşlarını fark ettirmemek, cinayet mahallindeki delilleri bu esnada yok etmek ve saraya alınan kâtillerin kaçmalarını kolaylaştırmaktı. Zîrâ, ceset sarayda incelenmeye başlansa idi, bütün devlet erkânının yanında, ailesinin bütün ferdleri, feryatlar üzerine dışarıdan geleceklerle beraber, duruma şahit olacaklardı. Karakola gidilerek bu dikkatler tamamen bertaraf edilmiş ve kimse karakola alınmamıştır. Sadece katil komitesi ve doktorlar girebilmiştir.

Madem ki, Hüseyin Avni Paşa’nın katilden haberi yoktu, alışılagelmiş bir hareket olmamasına rağmen, bir padişahın cesedinin karakola nakli emrini kim verdi? Sabahın çok erken sayılabilecek saatlerinde henüz evinden bile çıkmamış bir paşanın, hemen saraya gelerek daha vefat edip etmediğine bile bakmadan, “Bu cesedi karakola nakledin” demesi mümkün mü? İşte bütün bunlar da gösteriyor ki, hâdise tamamen tertip ve cinayetti.

Eğer Sultan Abdülaziz Han, intihar etmiş idiyse onu kurtarmak için niçin kendisine hiçbir tıbbî veya insanî yardım yapılmamıştı? Osmanlı saraylarında doktor eksik olmamasına rağmen, hiçbir müdahalenin yapılmaması bu hâdisenin cinayet olduğunu bir defa daha isbat etmektedir. Eğer Sultan Abdülaziz Han, intihar etmiş olsa bile, kendisine canlı olduğu halde müdahale yapılmaması ve o şekilde karakola nakledilmesi ile cinayetin ta kendisi işlenmemiş midir?

Yıldız Mahkemesi’ndeki ifadelerinde Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa ki, ihtilal heyetinin başlarından birisi idi:

Naaşı karakola getirmişler ve getirdikleri zaman, hayat belirtileri mevcut imiş. Hekimler de karakola geldikleri zaman hayat belirtileri olduğunu tasdik etmişlerdi. O vakit bunu sordum. Fakat padişahın konuşmaya gücü olmadığı cevabını almıştım. Karakolda ne kadar yaşadığını bilemiyorum, zira ben sonradan gelmiştim ve bunu orada bulunan, vükela, vüzera ve ulemadan öğrenmiştik” demek suretiyle hâdiseyi tasdik etmiştir.

***

Yukarıda birer birer sıraladığımız hususlardan ve burada şimdilik yazmaya imkânı olmayan daha pek çok vesikadan anlaşılan odur ki, Sultan Abdülaziz Han katledilmiştir.

Esasen sultanın katli hakkında her geçen gün yeni yeni vesikalar ortaya çıkmaktadır. Çünkü “güneş balçıkla sıvanmaz” hükmü tecelli etmektedir.

Makalemizin asıl kısmı olan ve bugüne kadar bilhassa ülkemizde hiç bilinmeyen bir cihetini yani Sultan Abdülaziz’in o zaman on yaşında bulunan kızı Nâzime Sultan’ın babasının katli sırasında bizzat yanında olduğu halde şahit olduğu hâdiseleri tarihe bir not olarak düşeceğiz.

“BABAMIN KÂTİLLERİNİ GÖRDÜM!”
Nâzime Sultan, Sultan Abdülaziz Han’ın kızıdır. Babası şehid edildiğinde (1876) on yaşında idi. Annesi ise padişahın üçüncü hanımı olan Hayran-ı Dil Hanımefendi’dir. Hayran-ı Dil Hanımefendi Çerkez olup 1846 yılı Kars doğumludur. Bu padişah hanımından Dolmabahçe Sarayı’nda, ilk olarak 25 Şubat 1866’da Nâzime Sultan doğmuştur. Bilahare, sadece halife sıfatıyla Osmanlı’yı temsil edecek olan, Abdülmecid Efendi dünyaya gelmiştir.

Hayran-ı Dil Hanım 26 Kasım 1895’te 49 yaşında olduğu halde Ortaköy’deki sarayda vefat etmiştir.

NE ZAMAN VE NEREDE VEFAT ETTİ?
Nâzime Sultan 1947’de, Beyrut’un Cünye kasabasında 80 yaşında vefat etmiştir. Dadısı ise Tâhir Mevlevi Olgun’un annesi olup Şam’da, Sultan Süleyman Camii’nde medfundur. Bu sultanhanım, Damad Ali Hâlid Paşa ile Yıldız Sarayı’nda Eylül 1885’te evlendi.

Nâzime Sultan’ın 1895 yılında vefat ettiğini kaydeden yazarlar varsa da bu kesinlikle doğru değildir. Çünkü Nâzime Sultan’ın 1895 yılından çok sonraları hayatta olduğuna dâir onlarca Osmanlı Arşivi vesikası vardır. Bu vesikalardan bazı örnekleri makalemize koyduk. Osmanlı Arşivi vesikaları dışında Cumhuriyet arşivi vesikaları da mevcuttur. Bu vesikalardan birisinde Nâzime Sultan’ın 1938’de hayatta olduğunu görmekteyiz.

Makalemizin esasını teşkil eden yazıda yer alan bilgiler de Nâzime Sultan’ın 1947’ye kadar Beyrut’ta yaşadığını ispat etmektedir.

NÂZİME SULTAN NE GÖRMÜŞTÜ?
Nâzime Sultan gördüklerini, 1940’lı yıllarda Beyrut’ta yaşadığı sırada aynı zamanda yeğeni ile evli olması hasebiyle akrabalığı da olan Adil Sulh isminde bir ilim adamına anlatmıştır. Onun da oğlu Munah Sulh babasından intikal eden bu vesika ve bilgileri o zaman tarihçi-yazar olan Halid Ziyâde’ye vererek El-Hayat Gazetesi’nde “Osmanlı Sultanı Abdülaziz’in Vefatındaki Esrar Kızının Şahitliği ile Dağılıyor” başlığıyla makale olarak yayınlatmıştı. Makalenin sadece bu mesele ile alakalı kısımlarının tercümesi şöyledir:

“Munah Sulh Bey’in kütüphanesinde babası Gazeteci-Yazar Adil Sulh’un Sultan Abdülaziz’in vefatı hakkında yazdığı evraklar yer alıyor. Evraklarda bunlara ilaveten Lübnan’da yaşayan ve küçük yaşta babasının katline şahit olan, Nâzime Sultan’ın Adil Sulh Bey’e babasının öldürülüşüne nasıl şahit olduğunu anlattığı ifadeler de yer alıyor.

“Burada şuna da işaret etmemiz gerekir ki Adil Sulh Bey, Derviş Paşa’nın ailesinden evlenmiştir. Adil Bey, bu evlilik ile Nâzime Sultan’a ve kocasına akraba olmuştur.

“Sultan Abdülaziz 30 Nisan 1876’da hal’ edildi. Ve aynı senenin üç haziranında şehid edildi. 3 Mart 1924’te saltanat ailesi mensupları Türkiye’den sürgüne gönderildi. Bunun üzerine aile, İstanbul’dan çıkarak muhtelif yerlere dağıldı. Ailenin büyük bir kısmı Lübnan’a geldi. Bir kısmı Beyrut’a yerleşirken diğer bir kısmı da Cünye’ye yerleşti. Gelen heyet içinde Mareşal Hâlid Paşa ve eşi de vardı. Sırba köyünde bir eve yerleştiler. Bu ev daha sonra Cumhuriyet Sarayı olacaktır. Damad Hâlid Paşa Osmanlı Meclis-i A’yanı üyesi ve Sultan Abdülaziz’in kızı Nâzime Sultan’ın kocası idi. Nâzime Sultan’ın kardeşi Abdülmecid Osmanoğulları halifelerinin sonuncusu idi. Kaderde Derviş Paşa’nın ailesine dünür olmak bana takdir olunmuştu. Bu evlilik Nâzime Sultan ile tanışmamı kolaylaştırmıştı. Nâzime Sultan, erdem sahibi, zekî, yüksek bir kültüre sahip, üstün ahlaklı ve nezaket sahibi bir hanımefendi idi. Bir defasında Osmanlı tarihinden hususiyle de babası Sultan Abdülaziz’in tahta geçiş devresi ve vefat hikâyesinden konuşmuştuk. Sanırım Nâzime Sultan’ın anlattıkları saltanat hayatındaki bu bariz hadisenin en açık görgü tanıklığıdır.

“Padişahın kızı Nâzime Sultan’ın ifadelerini aynen bana anlattığı şekilde aktaracağım. Nâzime Sultan diyor ki:

Kuşkusuz, babamın intihar ederek vefat ettiğine hükmedenler aldatıcılardır. Ben babamın öldürülüşüne bizzat kendi gözlerimle şahit oldum. Gördüklerim şundan ibarettir:

Bir gün babam sarayın salonlarından birinde oturuyordu. Ben de hemen yanı başında idim. O zaman on yaşında idim. Birden yanımıza pehlivan gibi sekiz adam girdi. Kuvvetli ve kötü niyetli oldukları belli oluyordu. Babam onları görünce kötü niyetli olduklarını anladı. Kurtulmaya çalışarak ayağa kalktı. Adamlar ilerlemeye başladılar. Bir taraftan da babamdan gelecek bir mukavemete karşı ihtiyatla hareket ediyorlardı. Babam büyük cüsseli, sağlam bünyeli ve güçlü pehlivanlardandı. Birkaç oyuna getirme teşebbüsünden sonra babam adamlardan uzaklaşarak sarayın bir üst katına çıkaran seyyar merdivenin olduğu yere ulaşmayı başardı. Ancak oraya varınca şaşırdı kaldı. Çünkü merdiven yerinde yoktu. İhtiyat olsun diye komplocular onu kaldırmışlardı. Sonra durdu ve yüksek bir sesle haykırdı:

‘Burada merdiven vardı. Kim aldı?’ Bu soruyu tekrar tekrar sordu. Telaşla sarayın salonlarında dolaşmaya başladı. Adamlar da arkasından onu takip ediyorlardı. Gördüğüm bu sahne beni korkuttu. Kapılardan birinin örtüsünü kendime siper ederek olup biteni izlemeye başladım. Nihayet adamlar babamın şiddetli mukavemetinden sonra onu bir köşede sıkıştırarak ele geçirdiler. Sonra sırt üstü yere yatırdılar. İkisi sağ koluna, ikisi sol koluna, ikisi sağ ayağına, ikisi sol ayağına oturdular. İçlerinden biri bir ustura ile iki elinin atardamarlarını kesti. Çok kan kaybedinceye kadar üzerinden inmediler. Babam bu hal üzere ruhunu teslim etti. Sonra onu pencerelerden birinin perdesine sardılar. Girişte olan karakola götürdüler. Mithat Paşa da orada idi. Babama karşı niyetlerinin kötü olduğu baştan belli idi. Zira babam hal’ edildikten sonra münadileri mahallelere gönderip ‘Sultan Abdülaziz öldü. Sultan Murad onun yerine geçti’ diye nida ettirdiler.

Ben babamın hükümlerinde hatasız olduğunu iddia etmiyorum. Zira hata yapmayan ancak Allahü Teâlâ’dır. Fakat şunu kati olarak ifade edebilirim ki babam, ülkesinin sadık bir hizmetkârı idi. Milleti için çok şeyler yaptı. Orduyu kuvvetlendirdi. Osmanlı donanmasını dünyanın ikinci donanması yaptı. Güzel ahlaklı, yumuşak huylu ve tövbekâr bir insandı. Edip ve kâtipti. Resmî yazıları harika birer edebî eser parçası idi. Arap ve Fars edebiyatını çok iyi bilirdi. Mahir bir ressam idi. İstirahat vakitlerini zaman zaman Dolmabahçe Sarayı’ndaki boğaza nazır hususî odasında geçirirdi.

“Nâzime Sultan burada ağlamaktan yutkunamadı ve bir müddet sessiz kaldıktan sonra ‘Babama haksızlık ettiler’ dedi.

“Sultan Abdülaziz’in katlini bir de kızı Nâzime Sultan’ın sözlerinden tarihe kaydettik. Umulur ki, Mithat Paşa ve ortaklarının tertibi ile kanlı bir şekilde hayatına son verilen bir padişahın vefatı hakkında şüphe ve tereddüde mahal kalmaz. Ümid ederiz ki, bundan sonra Mithat Paşa ve ortaklarının bu cinayetini dile getirmeyi intihar diyerek ört bas edenler, bütün bunlardan sonra yine padişahın intihar ettiğini iddia ederek başka bir yanlışa ortak olma cinayetini işlemezler.”

“Hakikat bir gün olur tezahür eder,
Mezara dahi gömülecek olsa.”

Ömer Faruk Yılmaz
(Yedikıta Dergisi, 38.Sayı, Ekim 2011)

Kaynaklar: Mahmud Celâleddin Paşa, Mir’at-ı Hakikat, I, İstanbul 1326; Ahmed Cevdet Paşa, Maruzat, nşr. Yusuf Halaçoğlu, İstanbul 1980; Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir, I, s. XXIV; Sir Henry Elliot, İntihar mı, İmate mi? Yahud Vak’a-i Sultan Aziz, nşr. Kitapçı İlyas, İstanbul; Alberth Wirth,” Sultan Abdülazîz’in Öldürülmesi”, türk. çev. Salim Tura, Tarih Dünyası Mecmuası, sayı 18, 1 Ocak 1951; Abdurrahman Şeref, “Sultan Abdülazîz’in vefatı”, TTEM, sayı 6(83), 1 Teşrini sânî 1340; İbnülemin Mahmud Kemal,” Sultan Abdülazîz’e dâir”, TTEM, sayı 9(86); Hüseyin Hıfzî, Sultan Abdülazîz Devri, İstanbul 1326; Halid Ziyade, “Osmanlı Sultanı Abdülaziz’in ölümündeki gizem kızının şahitliği ile dağılıyor.”, El-Hayat Gazetesi, 6.5.1412 (11.11.1991) Pazartesi, Sayı: 10502.

2011-07-06

Osmanlı ve Avrupa

Osmanlı ve Avrupa

> Hiçbir Osmanlı (sultanı) belli bir yerden kız almazdı. Mutlaka çok uzak, bilinmez yerden kız alırdı. Akrabalığa bağlı istismarın olmamasına azami dikkat gösterilirdi. Onun için Osmanlı’da bir saray aristokrasisi teşekkül etmemiştir.(oluşmamıştır)

> İmparatorluk sömürgeye ve tahakküme(zorla hükmetmeye) dayanır. Osmanlı, Devlet-i Aliyye’dir. Batının anladığı manada sömürgeci değildir.

> Avrupa İslamiyet kelimesini telaffuz etmekten büyük bir titizlikle kaçar. Avrupalı için İslam yoktur, Muhammediler vardır. Kur’an Allah’ın kelamı değil Muhammed’in eseridir. Mesela Osmanlı tarihini kendisinden öğrendiğimiz Hammer, “Muhammediler Kur’an’ın Kelamullah olduğuna inanır. Biz de aynı kesinlikle Muhammed’in kelamı olduğuna” der.

> Evet, Hristiyan dünyanın İslamiyet’e bakışı düşmanca olmuştur hep. Avrupalının ilmi ve Cihanşümül tecessüsü(bütün dünyayı araştırma merakı), İslamiyet’in sınırlarında durur. Haçlılardan bu yana Avrupalının amacı, İslamiyet’i tanımak değil, İslamiyet’i yıkmaktır.

(Cemil Meriç’ten)

2011-07-05

Bütün Yönleriyle Enver Paşa Meselesi

Bütün Yönleriyle Enver Paşa Meselesi

"Orduyu gençleştirmek bahanesiyle, tecrübeli, yüksek rütbeli, dînini ve vatanını seven 1200 erkân-ı harb (kurmay) ve zâbitânı (subayı) emekliye ayırdılar. Böylece ordu içindeki İttihâd ve Terakkî’ye karşı olan vatan perver subaylar tasfiye edildi. Enver Paşa orduyu Alman sistemine göre teşkilâtlandırdı. Önemli askerî dâirelerinin başına Alman subaylarını getirerek seferberlik plânları hazırlattı."

****

ENVER PAŞA

Osmanlı Devleti’nin son yıllarında devlet idaresine hâkim olan İttihâd ve Terakkî partisi ileri gelenlerinden. Asker ve devlet adamı. Babası nâfia teknisyeni Ahmed Bey, annesi Dilara Hanım’dır. 1881’de İstanbul’da doğdu. 1922’de Türkistan’da öldürüldü.

İstanbul’da başladığı ilk tahsilini, babasının Manastır’a tâyini üzerine orada tamamladı. 1894’de Manastır Askerî Rüşdiyesi’ni, 1894’de Soğukçeşme Askerî İdâdîsi’ni ve 1899’da da Harb Okulu’nu bitirdi. 1902’de Harb Akademisi’nden kurmay yüzbaşı rütbesiyle me’zun oldu ve merkezi Selânik’de bulunan üçüncü orduya tâyin edildi. Makedonya’nın çeşitli yerlerinde ortaya çıkan bölücü çete ve eşkıyayı tâkib etmekle vazifelendirildi. 1905’de kolağası, bir sene sonra da binbaşı rütbelerine terfî ettirildi. Bu sırada, gizli bir ihtilâl derneği olan Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ne girdi.

Asker olmasına rağmen İttihâd ve Terakkî cemiyetine de girerek siyâsetle uğraşmaya başladı. Bu sırada Talat Bey ile tanışarak cemiyette faal rol aldı. Selanik merkez komutanı ve aynı zamanda eniştesi olan miralay Nâzım Bey’in yaralanması hâdisesine karışmasından sonra Selanik’ten kaçarak Tikveş’e gitti.

Atıf Kamçıl’ın, ittihatçıları tâkib için İstanbul’dan gelen müşir Şemsi Paşa’yı vurmasını plânladı. Kısa zamanda ittihâdçı hareketin başına geçirildi. Talat Bey’in sürgüne gönderilmesine karşı çıktı. Müfettiş-i umûmî Hüseyin Hilmi Paşa’yı bu emri uygulamaktan vaz geçirdi. Çete kurarak dağlara çıktı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi ve meşrûtiyetin tekrar ilân edilmesi için İttihâd ve Terakkî cemiyetinin çıkardığı karışıklık ve mücâdelelere kolağası Niyâzî Bey ve bâzı diğer subaylarla birlikte katıldı.

10 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyet îlân edilip, 1876 Kânûn-i esâsîsi yürürlüğe konulunca, Enver bey, İstanbul’a döndü ve hürriyet kahramanı olarak karşılandı. Bir müddet Makedonya umûmî müfettişliği yaptıktan sonra, 1909’da Berlin askerî ateşeliğine tâyin edilerek merkezden uzaklaştırıldı. Alman imparatoru Wilhelm-II’den yakın ilgi ve iltifat gördü. Enver Paşa’nın bu yıllarda başlayan Alman hayranlığı, sonraki yıllarda taassup hâlini aldı. 31 Mart vak’ası üzerine İstanbul’a dönen Enver Bey, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmek üzere Selanik’ten İstanbul’a gelen Hareket ordusuna katıldı. Abdülhamîd Han’ın hal’ edilişinde aktif rol oynadı.

İtalyanların Trablusgarb’a saldırmaları üzerine oraya giderek cephe kumandanlığı yaptı. Buradayken kaymakamlığa terfî etti. 1912’de Balkan harbi çıkınca Trablusgarb’da vazife yapan subaylarla birlikte İstanbul’a döndü. Balkan cephesindeki savaşlara iştirak etmeyerek İstanbul’da kaldı ve siyâsî hâdiselerle uğraşmayı tercih etti. Mensûb olduğu İttihâd ve Terakkî fırkası, iktidardaki hükümetin aleyhinde faaliyetlerde bulunuyor; iktidarın Edirne’yi Bulgarlara vermek istediği şayiasını yayarak halkı hükümete karşı ayaklandırmaya çalışıyordu. Daha sonra asker arasına karışıp; “Siz Anadolu’yu müdâfaa edin, Rumeli’de ne işiniz var?” diyerek asker arasında ikilik çıkarıyorlardı.

Bütün bu faaliyetlere iştirak eden Enver Bey, çoğu sokak kabadayısı sınıfından etrafına topladığı kimselerle birlikte 23 Ocak 1913’de Bâb-ı âlî baskınını düzenledi. Bu baskın esnasında zamanın harbiye nâzırı Nâzım Paşa öldürüldü. Sadrâzam Kâmil Paşa istifa ettirilerek, yerine Mahmûd Şevket Paşa başkanlığındaki İttihâdçı bir kabine kuruldu. Trablusgarb ve Balkan savaşlarına bizzat iştirak edip muhârebe etmediği hâlde, bu savaşlarda başarılı olduğu söylenerek, üst seviyelerde yer tutmuş, İttihâd ve Terakkî mensuplarınca üç sene birden kıdem verilip, rütbesi miralaylığı yükseltildi. Balkan devletlerinin kendi aralarındaki anlaşmazlıkları üzerine, Balkan müttefikleri arasında çıkan harp ve Bulgaristan’ın doğu cephesinden asker çekmesi sebebiyle Edirne’nin geri alınmasında bâzı gayretleri olduğu için, Edirne kahramanı olarak îlân edildi. Şehzâde Süleymân Efendi’nin kızı Naciye Sultan ile evlenerek saray dâmâdları arasına girdi. Miralaylıktan(albaylıktan) üst rütbeye yükseltmek hakkı sâdece pâdişâha âid olduğu hâlde, Enver Paşa, sultan Reşâd’dan habersiz paşa yapıldı.

Enver Paşa, Babası Ahmed Bey ve Kardeşi Nuri


Aynı gün harbiye nâzırlığı(Mlli savunma Bakanlığı) da verilerek el çabukluğu ile ordunun başına getirildi. Arkasından Cemâl Paşa bahriye nâzırı oldu. Orduyu gençleştirmek bahanesiyle, tecrübeli, yüksek rütbeli, dînini ve vatanını seven 1200 erkân-ı harb (kurmay) ve zâbitânı (subayı) emekliye ayırdılar. Böylece ordu içindeki İttihâd ve Terakkî’ye karşı olan vatan perver subaylar tasfiye edildi. Enver Paşa orduyu Alman sistemine göre teşkilâtlandırdı. Önemli askerî dâirelerinin başına Alman subaylarını getirerek seferberlik plânları hazırlattı.

Pek çok devletin iştirakiyle yeryüzüne felâket getiren Birinci Dünyâ harbine Osmanlı Devleti’nin girmesine hiç lüzum yok iken, Enver Paşa, yanlış, aceleci ve tekbaşına yaptığı değerlendirmelerle devleti Almanların yanında harbe soktu. Böylece büyük maddî ve manevî zararlar ile çılgınca harb maceralarına sebeb oldu. Osmanlı Devleti’nde bütün muhârebeler sarayda toplanan fevkalâde meclislerin kararıyla îlân edilmesine rağmen, Birinci Dünyâ harbine girişin temelini teşkil eden Türk-Alman ittifakı, sarayın ve kabinedeki bâzı bakanların haberi olmadan İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelenleri tarafından imzalandı. Harbe giriş de yine İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinin, bilhassa Enver Paşa’nın aceleci ve heyecanlı tutumu sebebiyle oldu.



Enver Paşa ve eşi Naciye sultan


Askerî idâresinin zayıf olduğu harb tarihçileri tarafından belirtilen Enver Paşa, Birinci Dünyâ harbi sırasında üstlendiği harbiye nâzırlığı ve başkumandan vekilliği (Başkumandan pâdişâhdır) sırasında devleti bir çok felâkete sürükledi. Sırf müttefik devlet olan Almanya’nın karşısındaki düşman kuvvetlerinin azalması için Kafkasya, Irak, Suriye ve Filistin ile Çanakkale cephelerinde savaşa girildi. Devleti bu harbe sokmak suretiyle pek çok müslüman-Türk evlâdının aç, susuz ve elbisesiz bir şekilde kırılmasına sebeb olanların başında Enver Paşa vardı. Kafkas cephesindeki harekâtı ile koca bir ordunun boşu boşuna kırdırılması Enver Paşa yüzünden idi. Kafkas harekâtına girişin sebebini Enver Paşa, Ali Fuat Paşa’nın (Cebesoy) 1921 senesinde Moskova büyükelçiliği sırasında sorduğu bir soruya karşılık;

“Almanlar netice verecek kat’î meydan muhârebelerine doğru yürürken, bizleri atâletle ithama başlamışlardı. Bu sebeble Sarıkamış taarruzu tamamen askeri bir lüzum üzerine yaptırılmıştır” diyerek açıklamaya çalışmıştır.


Başkomutan Vekili Enver Paşa (Başkomutan Padişahtır)

Almanların batıdaki yükünü hafifletmek için açılmış olan Kafkasya cephesindeki üçüncü ordunun başında bulunan Hasan İzzet Paşa’nın, mevsimin şiddetli kış ve askerin aç ve sefil olması sebebiyle herhangi bir harekâtın mahzurlu olacağını söylemesine rağmen, 14 Aralık 1914’de cepheye gelen Enver Paşa;

“Askerler! Hepinizi gördüm. Ayağınızda çarığınız, sırtınızda paltonuz olmadığını biliyorum. Lâkin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda taarruz ederek Kafkasya’ya gireceğiz. Siz orada her türlü nân-ü nîmete kavuşacaksınız” diyerek orduya hücum emrini verdi. Hasan İzzet Paşa bu kış şartlarında taarruzun uygun olmayacağını bildirerek, îtirâz edince, Enver Paşa tarafından vazifeden alındı. Kumandayı bizzat kendi üzerine alan Enver Paşa, 20 Aralık 1914 günü meşhur Sarıkamış harekâtını başlattı.

Yüz bin kişilik ordumuzun Ardahan-Sarıkamış hattına taarruzu, On birinci kolordunun geri püskürtülmesine, Dokuzuncu kolordunun geri çekilmeyerek esir olmasına sebeb oldu. Onuncu kolorduyu cebrî yürüyüşle Sarıkamış’a sevk eden Enver Paşa, 25-26 Aralık gecesi Sarıkamış’ı kısmen işgal edebildiyse de, savaş sonunda Onuncu kolordu da eridi. Enver Paşa’nın bu çılgınlığı altmış binin üzerinde, bir rivayette de doksan bine yakın Türk evlâdının telef olmasına ve Doğu Anadolu kapılarının Rus ordularına açılmasına sebeb oldu. Rus ordularının ilerlemesi üzerine ordu kumandanlığını terkedip, önce Erzurum’a, sonra da İstanbul’a kaçtı

Harbiye nâzırı ve başkumandan vekili olarak hayâlleri uğruna açtığı diğer cephelerdeki başarısızlıklardan ve Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünyâ harbinden mağlûb çıkmasından sonra diğer İttihâdçılar gibi yurt dışına kaçan Enver Paşa, önce Odesa’ya oradan da Berlin’e gitti. Giriştiği bir takım karanlık temaslardan sonra Moskova’ya giderek komünist ihtilâlcilerden yakın alâka gördü. Anadolu’daki Millî mücâdele hareketini oradan tâkib etti. Hattâ Batum’a gelerek, Trabzon’a yürüyüp bir hükümet darbesiyle memleket idaresine tekrar hâkim olmak istediyse de muvaffak olamadı.
Moskova’da bulunduğu sırada bolşevik liderleriyle anlaşan Enver Paşa, Türkistan’ı bolşevikleştirmek vazifesiyle Buhârâ’ya gitti. Hacı Sami adındaki bir ajanın teşvikiyle fikrini değiştirdi. Genç yaşında ümîd etmediği makamlara ulaşan Enver Paşa, taşıdığı hânedâna dâmâdlık ünvânından da istifâde ederek, Türkistan Türklerinin başına geçmek istedi.


Avrupa devletlerinin bilhassa İngilizlerin teşvik ve desteğini görerek Rusya’ya karşı verdiği sözden döndü. Rusların Türkistan’daki müslüman Türklere karşı olan mezâlimini de fırsat bildi. İngilizlerin teşvikiyle, Kafkasya’yı Turan merkezinden gelerek zaptetmeyi düşündü. Bu yolla Anadolu’nun büyük tazim ve hürmetlerle karşılayacağı bir cihân imparatoru olacağı hülyasında idi. Hazırlık yapmadan, kendisini destekleyen Türk beylerinin kuvvetlerini topladı. O muhiti iyi bilen, olayların içinde bulunan ve girişilecek hareketin o gün için fayda yerine zarar getireceğini söyleyenlerin ikâzlarına kulak tıkayıp, kendisi gibi maceracı kişilerin tahrik ve teşvikine uyarak, yabancısı olduğu bir muhitte Türkistan macerasına girişti. Kızıl orduya karşı yaptığı savaşta mağlûb oldu. Pek çok müslüman-Türk’ün şehîd olmasına sebeb oldu. Şehir ve köyler harâb oldu. Bu zamansız teşebbüsüyle Türklere fayda yerine zarar getirdi. Böylece daha sonra yapılabilecek sistemli hareketlere mâni olarak, müslüman-Türklerin sıkı bir Rus esareti altına girmesine sebeb oldu. Muhteris bir kişiliğe sâhib olan Enver Paşa, kızılordunun bir koluyla yaptığı savaşta 1922 yılı Kurban bayramının ikinci gününde öldürüldü. Bu çarpışmaların devam ettiği Tacikistan’ın Belçivan köyü yakınındaki Çeğen köyünde defnedildi.


Koskoca Osmanlı Devleti’nin başını yiyip bitiren, yurt dışına kaçtıktan sonra yeni maceralar peşinde koşan, en sonunda;
“Bu belâyı benim başıma o sardı. Beni Hacı Sami aldattı, buralara getirdi. “Sekiz senelik teşkilâtım var” dedi. Ona inandım geldim, bir şey yapamıyacağımızı anlıyorum. Ölmekten başka çârem yok...”

diyerek şikâyet ettiği, kendisi gibi bir maceracı olan Hacı Sami’nin sözlerine aldanarak Türkistan hülyasına kapıldığını söyleyen Enver Paşa’nın, Naciye Sultan’dan doğan Mahpeyker ve Türkan adlarında iki kız çocuğu ve Ali adında bir oğlu vardı. Enver Paşa’nın ölümünde 26 yaşında dul kalan Naciye Sultan, Enver Paşa’nın kardeşi Kâmil Bey’le evlendi. 1952’ye kadar yurt dışında kalan Naciye Sultan’ın Kâmil Bey’den de Râna adında bir kızı oldu. Hânedâna mensûb kadınların yurda dönmelerine müsâde edilmesi üzerine 1952’de İstanbul’a geldi. 5 Aralık 1957’de Nişantaşı’nda altmış bir yaşında vefât etti. Enver Paşa’nın hatıratı, kızları tarafından Türk Târih kurumuna teslim edilmiştir.

-------------------
1) Üç Paşalar Kavgası (Cemal Kutay)
2) Görüp işittiklerim (A. Fuad Türkgeldi); sh. 77
3) Enver Paşa (Şevket Süreyya Aydemir, İstanbul-1989)
4) Türk İnkılâbı Târihi (Y.H. Bayur); cild-2, kısım 4, sh. 271
5) Modern Türkiye’nin Kuruluşu: sh. 224
6) İttihâd ve Terakkî İçinde Dönenler; sh. 15 v.d.
7) İnkılâb Târihimiz ve İttihâd ve Terakkî
8) Moskova Hâtıraları (Alî Fuad Cebesoy)
9) Enver Paşa’nın Son Günleri (F. Kandemir, İstanbul-1955)

2011-06-28

Mahpeyker Sultan

Mahpeyker Sultan

Sultan Birinci Ahmed Hanın zevcesi, Sultan Dördüncü Murâd ile Sultan İbrâhim Hanın anneleri. Kösem Sultan da denen Mahpeyker Sultan, 1592’de doğdu. Sultan Birinci Ahmed’le evlenen Mahpeyker Sultanın, Şehzâde Murâd, Şehzâde Kâsım, Şehzâde İbrâhim adlı oğulları ile Fatma Sultan isimli bir kızı oldu. Sultan Birinci Ahmed’in genç yaşta ölmesi ile yirmi yedi yaşında dul kaldı. Sultan Dördüncü Murâd’ın tahta geçmesi ile Vâlide Sultan oldu. Zekâsı, kâbiliyeti, devlet işlerindeki ince anlayışı ile iki oğluna da yardım etti. Otuz sene devletin idâresinde başarılı hizmetleri görüldü.

Aklı ve zekâsı, güzelliği, hayrat ve hasenâtı ile meşhûr sâlihâ, afife (temiz) bir hanım idi. Bâzı târih kitaplarında katı yüreklilikle ithâm olunmakta ise de, bıraktığı eserler onun dindar, cömert ve iyiliksever olduğunu göstermektedir.

Çok şefkatli olan Mahpeyker Sultan, çevresindeki fakirlere bir daha kimseye muhtaç kalmayacakları şekilde yardım ederdi. O, bu davranışı ile pekçok kimsenin kalbini fethetmişti. Mahpeyker Vâlide Sultan, her sene Receb ayında, kıyâfet değiştirip, araba ile hapishânelere gider, borç yüzünden hapse düşenleri, borçlarını ödemek sûretiyle hapisten kurtarırdı. Kâtiller hâriç, bütün mahkumlara yardım elini uzatırdı. Hizmetindeki câriyeleri, eğitip terbiye ettikten sonra, serbest bırakıp, her birine kâbiliyetine göre çeyizler, bir miktar mücevher ile birkaç kese de para verir ve uygun gördüğü kimselerle evlendirirdi. Yetim ve kimsesiz kızları araştırır, çeyizlerini düzerek evlendirirdi.

Mahpeyker Sultanın yaptırdığı hayır eserlerinin başında Üsküdar’daki Çinili Câmii gelmektedir. Câminin yanında ayrıca mektep, çeşme, dârülhadîs, çifte hamam ve sebil inşâ ettirmiştir. Boğaziçi’nde Anadolu Kavağı, Yavuz Selim civârında (Çarşamba’da) Vâlide Medresesi Mescidi ile büyük sanâyi ve ticâret yeri olan Çakmakçılar Yokuşunda büyük Vâlide Hanı ile içindeki mescidi yaptırdı.

Rumelide milyonlar değerinde vakıfları ve hayrâtı vardır. Yeni Câminin temeli de Mahpeyker Sultan tarafından atılmıştır. Ayrıca her sene Mekke-i mükerreme ile Medîne-i münevveredeki fakirlere, sürre alayı ile gönderilmek üzere, vakıflarda bulunmuştur. Mahpeyker Vâlide Sultan, 1651 târihinde çıkan bir isyân sırasında Topkapı Sarayı’ndaki âsiler tarafından şehîd edildi. Zevci Sultan Ahmed Hanın Sultanahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi.

2011-05-08

Atatürk, Vahdettin' in kızı Sabiha Sultan'la evlenmek istedi mi?

Atatürk, Vahdettin' in kızı Sabiha Sultan'la evlenmek istedi mi?

Atatürk, Vahdettin' in kızı Sabiha Sultan'la evlenmek istedi mi?

Türkiye'de, bundan 90 sene kadar önce, gerçek olması halinde tarihi baştan başa değiştirecek olan bir evlilik teşebbüsü yaşandı: Mustafa Kemal Paşa, Osmanoğulları'nın son hükümdarı Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha Sultan'la evlenmek istedi.


İşte, Türkiye'nin yakın tarihini baştan başa değiştirecek iken son anda mümkün olamayan bu evlilik girişiminin öyküsü:

Sultan Vahideddin'in iki kızı vardı: Ulviye ve Sabiha Sultanlar... Hükümdarın küçük kızı olan Sabiha Sultan 1894'te doğmuş, ablasıyla beraber Batılı bir prenses gibi büyütülmüş ve evlenme çağına geldiğinde birçok talibi çıkmıştı. Talipler arasında zamanın İran Şahı Ahmed Kaçar Han da yer almış ama Sultan Vahideddin "Sünni bir padişah kızını Şii bir hükümdara nasıl verir?" diyerek isteği ustalıkla geri çevirmişti.

Sabiha Sultan'a işte o günlerde bir başka talip çıktı: Çanakkale'deki kahramanlığı dillerde dolaşmakta olan genç bir asker, Mustafa Kemal Paşa...

Mustafa Kemal Paşa, Sabiha Sultan'dan hakikaten hoşlanmış mıydı, yoksa ezeli rakibi Enver Paşa'nın seneler önce yaptığını yapıp saraya damat mı olmak istemişti, bunları kimse bilmiyor. Ama evlilik olamadı ve her iki taraf da kendi yollarına gittiler. Sonrası, málum... Paşa, Látife Hanım ile kısa sürecek bir izdivaç yaptı; Sabiha Sultan da son Halife Abdülmecid Efendi'nin oğlu olan ve seneler öncesinden aláka duyduğu kuzeni Şehzade Ömer Faruk efendi ile evlendi ve üç kızları oldu: Neslişah, Hanzade ve Necla Sultanlar...

Sabiha Sultan, Mustafa Kemal Paşa'nın evlilik talebinden yakın dostlarına sonraki senelerde bahsederken hadiseyi doğrulayacak, hattá "Kendilerini bir defa görmüş ve hoşlanmıştım. Gayet yakışıklı idi. Ateş gibi gözleri vardı, alev alev yanıyorlardı. Ama evlenemezdim, zira Faruk'u seviyordum" diyecekti.

BAŞBAKANA YAZDIRDI

Bu evlilik meselesinden geriye tek bir belge kaldı: Sabiha Sultan'ın o günlerden 40 küsur sene sonra, Türkiye Cumhuriyeti'nde başbakanlık yapan ve ortanca kızı Hanzade Sultan'ın dünürü olan Suat Hayri Ürgüplü'ye yazdırdığı kısa hátıratının birkaç satır.

Mülákat şeklinde kaleme alınan bu hatıratta, Suat Hayri Ürgüplü, Sabiha Sultan'a "Duyduğumuza göre, Mustafa Kemal Paşa sizi istemiş, pederiniz razı olmamış. Doğru mudur?" diye soruyor ve Sultan şu cevabı veriyor:

"Evet, istemiş. Benimle konuşmuş değildir ama ben çekindim ve istemedim. Zira, önümde hiç de iyi örnek olmayan Enver Paşa ile Naciye Sultan'ın hayatı vardı. Sonra, tanınmış ...bir kumandanla aile hayatı kurabileceğime inancım yoktu."

Mustafa Kemal Paşa ile Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha Sultan arasındaki evlilik meselesinin Sabiha Sultan tarafı, işte böyle. Merak edenler için, Sabiha Sultan'ın 1924 sürgününden sonraki hayatını da kısaca anlatayım:

Sultan, 1924 Mart'ında ailesiyle beraber gurbete gitti ve birkaç ay İsviçre'de yaşadıktan sonra Fransa'ya, oradan da Mısır'a naklettiler. Ama, büyük bir aşkla evlendiği eşi Şehzade Ömer Faruk Efendi ile Mısır'da iken aralarına soğukluk girdi ve 1948 Mart'ında boşandılar.

TAZİYE BEKLEDİ

Sabiha Sultan, Menderes Hükümeti'nin 1952 Haziran'ında hanedanın hanım mensuplarının Türkiye'ye girişini serbest bırakmasından sonra Türk vatandaşı oldu ve "Osmanoğlu" soyadını aldı. Sonra, İstanbul'a yerleşti; bir ara Avrupa'ya, kızlarının yanına gitti ve hayata 1971'in 26 Ağustos'unda, ortanca kızı Hanzade Sultan'ın Yeniköy'deki yalısında veda etti.

Sultan, boşanmış olmalarına rağmen, kocası Şehzade Ömer Faruk Efendi'ye duyduğu aşkı hayatı boyunca muhafaza etti. Hattá, Faruk Efendi'nin 1969 Mart'ında Mısır'da sürgünde vefat etmesinden sonra, kendisine başsağlığına gelmeyenlerle selámı sabahı kesti. "Boşanmıştınız, artık kocanız değildi, neden başsağlığına gelmelerini beklediniz?" diye soranlara da, "Evet ama amcazádemdi. Bana taziyede bulunmaları lázımdı" diyecekti.

Hadiseler başka türlü cereyan etseydi ve Sabiha Sultan genç Paşa'nın teklifine "Evet" demiş olsaydı tarih nasıl yazılırdı, kim bilir?

Murat Bardakçı - Hürriyet

MİHRİMÂH SULTAN (Kanuni'nin Hayırsever Kızı)

MİHRİMÂH SULTAN (Kanuni'nin Hayırsever Kızı)

Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın, dînine bağlılığı ve hayırseverliliği ile meşhur kızı. Annesi, Haseki Hürrem Sultan’dır. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Annesi tarafından İslâm terbiyesi üzere yetiştirildi. Evlenme çağına gelince, Enderûn’da yetişen zekî ve kabiliyetli Diyarbakır beylerbeyi Rüstem Paşa eş olarak seçildi. Düğünleri 11-26 Kasım 1539 târihinde kardeşleri Şehzâde Bâyezîd ve Cihângir’in sünnet düğünleri ile birlikte yapıldı. Bu izdivacdan Ayşe Hanım Sultan adında bir kızı ile iki oğlu oldu. Mihrimâh Sultan 1578 yılında İstanbul’da vefât etti. Süleymâniye’deki babasının türbesine defnedildi. Zevci Rüstem Paşa ise Şehzâde Câmii türbesinde medfûndur.

Dînine bağlılığı ile tanınan Mihrimâh Sultan, bütün servetini hayır işlerine tahsîs etti. Mîmâr Sinân’a kendi adı ile anılan İstanbul’da Edirnekapı Câmii ile Üsküdar’da İskele başındaki câmiyi yaptırdı. Ayrıca Mekke-i mükerremede Ayn-ı Zübeyde (Zübeyde su kaynağı) te’sislerini tamir ettirdi.

Üsküdar Mihrimâh Sultan Câmii: Külliye hâlinde olup; câmi, medrese, imâret, tabhâne ve sıbyan mektebinden meydana gelir. Bu geniş külliyeden zamanımıza câmi, medrese ve sıbyan mektebi ulaşmıştır. Sıbyan mektebi bugün çocuk kütüphânesi olarak kullanılmaktadır. Medrese ise sağlık merkezi olup, pek çok değişiklikler yapılmıştır.


1548 yılında bitirilen câminin inşâatına hangi târihte başlandığı kesin olarak bilinmemektedir. Câmi, 27,30 x 21,80 metrelik bir sahaya oturtulmuştur. Yapının kanatları ve mihrâb tarafı yarım kubbelerle beslenmiştir. Çapı 11,40 metre, merkezi 24,20 metre yüksekliğinde olan ana kubbe, dört kollu ayaklara binen sivri kemerlere oturur. Kıble duvarının köşelerinde, küçük kubbeler vardır. Son cemâat yerinin iç revakı yüksek ve beş kubbelidir. Bunun denize bakan tarafında güzel bir şadırvan bulunmaktadır. Câminin kuzey köşelerinde ise, tek şerefeli iki minaresi vardır. Bunların her ikisinin kapısı son cemâat yerine açılır. Câminin kitabesinde özetle şunlar yazılıdır:

“Bu câmi-i şerîf, hakanlar hakanı şark ve garbın sultânı, yeryüzünü adâletle ve emniyetle mâmur eden, ehl-i îmân için emniyet ve eman te’min eden sultan oğlu sultan Selîm Han’ın oğlu sultan Süleymân Han’ın kızı hayırlar ve iyilikler sahibi Hanım Sultan -Allahü teâlâ onun iyiklerini ziyâde eylesin- tarafından H. 954 senesi, Zilhicce ayında yaptırılmıştır.”

Edirnekapı Mihrimâh Sultan Câmii: Yanında çeşme, medrese ve haman olup, külliye halindedir. Câmi, şehrin en yüksek, en hâkim yerlerinden biri olan Edirnekapı’da 1562-1565 yılları arasında yapıldı. Kubbe yüksekliği 37 metre olup, tek minarelidir. Külliye, 1714 ve 1894 yıllarındaki zelzelelerde zarar görmüş, sonradan tamir edilmiştir.
-------------------------
1) Pâdişâhların Kadınları ve Kızları; sh. 38
2) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 101
3) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-2, sh. 1314
4) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4500
5) Târih-i Solakzâde; sh. 534

2011-05-04

Abdülhamid in kızı yüz liraya muhtaçtı

Abdülhamid in kızı yüz liraya muhtaçtı

"Son Osmanlılar" belgeselinde bugüne kadar yayınlanmamış çok sayıda doküman ve fotoğraf da yeralıyor.

İşte, bu belgelerden biri: Son dönem Osmanlı tarihinin en güçlü hükümdarlarından olan İkinci Abdülhamid'in 1887 ile 1960 yılları arasında yaşayan kızı Ayşe Sultan'ın, Fransa'da sürgünde bulunduğu 1951'de, amcası son padişah Sultan Vahideddin'in yine Fransa'da sürgünde yaşayan kızı Sabiha Sultan'a 17 Temmuz günü gönderdiği duygu dolu bir mektup... Ayşe Sultan "gözyaşları içerisinde yazdığını" söylediği mektubunda, kuzeninden hasta olan oğlunun tedavi masrafları için 100 lira istiyor:

"İki gözüm sevgili hemşirem,

Eğer bir mecburiyet altında olmasaydım yazmaz ve rica ile rahatsız etmezdim. ...İçler acısı oğlum Hamid, bir aydır büyük krizler geçirerek hayatı ile mücadele etmektedir. Ne yapacağımı bilmeyerek şaşkın, meyus, nikbin, gözyaşımla kaldım.

Doktorlar hemen derhal hastahaneye girip tedavi edilmesi lüzum-ı kat'isini söylüyorlar. Aksi halde maazallah, hayatı tehlikededir. ...Ne yapacağımı bilmiyorum. Bana yüz lira göndermen mümkün müdür kardeşim? Eğer bana bu iyiliği edersen, oğlumun hayatını kurtaracaksın.

Senin nasıl şefkatli bir anne olduğunu biliyorum. Benim bu feláketimde yardım etmenizi rica ederim. Mektubumu yazarken gözyaşlarım akıyor. Allah sana evládlarını bağışlasın. Cevabını serian (hızlı bir şekilde) bekleyerek yardımını tekrar rica eder, muhabbetle gözlerinden öperim sevgili kardeşim.

Ayşe"

Murat Bardakçı
(Hürriyet, 17.01.2006)

Bu ay öne çıkanlar