Harf İnkılabı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Harf İnkılabı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2012-03-28

Binlerce ölü, binlerce idam ve onbinlerce hapis cezası ile uygulamaya sokulan Atatürk Devrimleri

Binlerce ölü, binlerce idam ve onbinlerce hapis cezası ile uygulamaya sokulan Atatürk Devrimleri
Binlerce ölü, binlerce idam ve onbinlerce hapis cezası ile uygulamaya sokulan Atatürk Devrimleri

Dünya üzerinde gelişmiş ne kadar ülke mevcutsa bakınız hepsinde mutlaka inkılaplar ve ilerleme hareketleri yaşanmıştır. Meselâ Almanya’da 1920′li yılların başında yaşanan Eğitim alanındaki o müthiş devrim veya İtalya’da yaşanan Ağır Sanayi İnkılabı, Amerika’daki şehirleşme İnkılabı bu sosyal hareketlere örnek gösterilebilir. Dünyada bu mühim gelişmeler yaşanırken elbette Türkiye’de de devrimler yaşanıyordu. Hem de peş peşe. Avrupa’da yaşanan bu devrimlere karşılık bizde yaşanan devrimlerin ne olduğunu merak mı ediyorsunuz? O halde buyurun kısaca devrim tarihimiz; 25 Kasım 1925: Kıyafet devrimi. “Şapka iktisası” kanunlaştı. Eskiden giyilen başlık türlerini bırakın giymeyi, hakkında yazı yazmak bile yasaklandı.

30 Kasım 1925: Tekke, Zaviye ve türbeler kapatıldı.
26 Aralık 1925: Takvim ve Saat devrimi yapıldı. Hicri ve Rumi takvim kullanmak her şekliyle yasaklanıp, yerine 3. Papa Gregorius adına nispetle “Gregoryan takvimi” adı verilen Hıristiyan takvimine geçildi.
17 Şubat 1926: İsviçre Medenî Kanunu Türkçe’ye tercüme edilerek “Türk Medenî Kanunu” adı verildi.
1 Mart 1926: İtalyan Ceza Kanunu tercüme edilerek “Türk Ceza Kanunu” adı verildi. Yine aynı tarihte bütün orta dereceli okullardan din dersleri kaldırıldı.
28 Mayıs 1927: Binalar üzerindeki tarihî kitabe ve tuğraların kazınması hakkında kanun çıkarıldı. Dünyada görülmemiş bir tarihi eser katliamı başlatıldı. İstanbul Üniversitesi merkez binasının kazınmış olan tuğrası buna mühim bir örnektir.
10 Nisan 1928: Lâiklik kabul edildi. Anayasadan “Devletin dini, din-i İslâm’dır” ibaresi kaldırıldı. Milletvekili yeminlerinde “vallahi” yerine, “Namusum üzerine” lafı getirildi.
24 Mayıs 1928: Rakam devrimi yapıldı.
3 Ekim 1928: Harf devrimi yapıldı. Dünyada ilk defa bir milletin yazısı değiştirilerek, okuma yazma oranı bir gecede “sıfıra” indirildi. İslâm harfleri atılıp Lâtin harfleri alındı.
1 Ocak 1929: Arapça harflerle dilekçe ve kitap yazılması yasaklandı.
1 Nisan 1931: Ölçü ve tartı devrimi yapıldı. Bin yıl boyunca kullanılan ölçüler atılıp, yerine Avrupa’da kullanılan ölçü ve tartı birimleri getirildi.


Bu devrimler, iktidarı ele geçiren zümrenin, toplumun devlet eliyle yeniden şekillendirme projesinin bir ürünüydü. İktidar, halkın geçmişiyle olan tüm bağlarını koparıp yepyeni bir sayfa açmak istiyordu. Ancak bu sayede halk nezdinde meşruiyet kazanacağını düşünüyordu. Avrupa karşısında “yenilmişlik psikolojisi”, devrimleri uygulayan kadronun bilinç altına motive eden en etkin unsurdu. Bu unsur, söz konusu kadronun kendine ait tüm değerlerden nefret etmesine yol açtı. Buna batıya ait değerlere hayranlığı da eklemek gerek. İşte devrimler, bu psikolojik arka planla yapıldılar. Devrimleri yapan kadro, kendine ait değerleri her gördüğünde “yenilgisini” hatırlıyordu. Bu onda öz değerlerine olan kini bir kat daha arttırıyordu. En sonunda bu süreç “kendinden nefret” noktasına varıp dayandı. Zaten devrimlere yönelik tepkiler karşısında devrimci kadronun uyguladığı şiddet ve kanlı uygulamalar, ancak böylesi bir psikoloji ile izah edilebilirdi. Söylemeye gerek yok ki, bütün bu devrimler halka rağmen yapıldı. Sadece bu ülkede değil, dünyanın neresinde olursa olsun, böylesi bir mühendislik projesi tepkiyle karşılanırdı. Tabiatıyla bu ülke insanı da, “tepeden adam etme” operasyonlarını tepkiyle karşıladı. Öncelikle böyle bir uygulama sosyoloji biliminin bulgularına aykırıydı. Kanunla, yasayla, sopayla, kurşunla bir halk kendi kültüründen bir çırpıda koparılıp bir başka kültüre eklemlenemezdi. Yani kendisi olmaktan çıkarılıp başkası yapılamazdı. Nitekim öyle de oldu. Anadolu insanı bu tepeden yürütülen mühendislik operasyonuna yer yer çok şiddetli tepkiler verdi. Halkın bu tepkileri hemen her zaman sivil itaatsizlik adı verilen türden tepkilerdi. Fakat her seferinde bu tepkiler silah zoruyla bastırıldı. Devrimlere yönelik her sivil tepki, devrimciler tarafından bir “isyan” olarak telakki edildi. Öyle telakki edildiği için de, şiddet yöntemiyle, kan dökerek bastırılma yoluna gidildi. Sivil tepkilere karşı en kanlı eylem “kıyafet devrimi” adı verilen şapka iktisası hakkındaki kanunun yürürlüğe girmesi ile başladı. Nitekim cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal 22 Ocak 1923′te Bursa’da; ” Kan ile yapılan inkılaplar daha muhkem (sağlam) olur, kansız inkılap ebedileştirilemez.” Demiştir.


Bunun yanı sıra Harbiye marşında; “Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti” mısrası yer bulmuştur. Yine aynı şekilde Şapka İnkılabını tanıtmak için gittiği Kastamonu’da Mustafa Kemal, şapka giymek istemeyenleri kastederek; “Bu kadar yüksek ve önemli amaca ulaşabilmek için, gerekirse bazı kurbanlar verilir.” Demekten kendini almayacaklardır. Bu “yüksek ve önemli amaç”ın gerçekleşmesi, yurdun dört bir yanındaki onlarca insanın hayatına mâl olmuştu. Bundan ayrı olarak Beyoğlu’nda Hıristiyan nüfusa şapka dikmekle geçimini temin eden Yahudi ve Hıristiyan şapkacılar da bir anda zengin olmuş, şapka devrimi en çok onlara yaramıştı. Şimdilerin Ünlü Vakko’sunun eski sahipleri de şapka devriminin zengin ettiği gayr-i Müslimlerdendi. Çünkü o günlerin fiyatıyla bir şapka, bir aylık maaşa bedeldir. Bu müthiş devrimden sonra ülkede başta tüm memurlar olmak üzere vatandaşlar şapka giymeye, giymeyenler ise hapislere atılmaya veya asılmaya başlandı. Ülkede şapka ithalatı yüzünden ciddi bir ekonomik kriz yaşandı. O dönemi yaşayan Rıza Nur şöyle söyler; “Ekonomik olarak müthiş bir zarar. Milyonlarca lira dışarıya akıp gitti. Bundan da Yahudiler yararlandılar. İtalya ve Fransa’da mevcut yeni ve eski şapkaları milyonla memlekete soktular. İki-üç Frank kıymeti olan bu şapkalar en aşağı on liraya (120 Frank) satıldı. Bunların çoğu zımpara kâğıdı ile temizlenmiş kullanılmış şapkalardı.” Bir ülkenin vizyonunu bir anda genişleten bu müthiş şapka İnkılabını protesto etmek için ülkede isyanlar, olaylar çıkmadı değil. Meselâ;

Aynı tarihlerde Erzurum’da halk, çifte minareli camii meydanında şapka aleyhtarı bir eylem yapmış bunun karşılığı olarak asker kalabalığa ateş etmiş 15 kişi vurularak öldürülmüş, biri kadın olmak üzere 13 kişi idam edilmiş, 80 kişi tutuklanmıştır.Erzincan’da yaşanan hadise ise tam bir insanlık ayıbıdır. İstiklal Mahkemesi o tarihlerde şapkaya karşı çıktığı için Mevlevi İbrahim Hakkı Efendi’yi gıyabında idama mahkûm eder. Fakat hocaefendiyi bulamadığı için bu idamı gerçekleştiremez. Bir sabah namazı vakti İbrahim Efendi ruhunu Allah’ına teslim eder. Çocukları babalarının ölüm haberini İstiklal Mahkemesine bildirir. Mahkeme tarafından köye bir müfreze gönderilir. Müfreze başındaki yetkili bu durumu kabul etmez. “Olmaz. bu adam kanuna karşı geldi mutlaka asmam lazım” der. Bunun üzerine kabir açılır. Şahitlerin huzurunda kanuna muhalefet etmek suçundan ceset asılır sonra tekrar gömülür. 24 Kasım’da Kayseri’de, 27 Kasım’da Maraş’ta, 17 Aralık’ta Rize’de, 31 Aralık’ta Ankara’da, 2 Ocak’ta Çorumda, 1 Şubatta Giresun’da halk eylemleri görülür. Sonuç yine aynıdır. “Bu yüksek ve önemli amaç” için binlerce kişi öldürülür yüzlerce kişi asılır. Onbinlerce kişi hapse atılır. Bu arada bu şehitlerden biri de herkesin bildiği rahmetli İskilipli Atıf Hoca’dır. Başka söze ve başka misale gerek var mı?
(Ahmet Anapalı, Ağustos 2010)

2012-03-26

Harf inkılabı, bütün kütüphanelerin yakılmasından daha feci bir zarara sebep oldu

Haf inkılabı, bütün kütüphanelerin yakılmasından daha feci bir zarara sebep oldu
Haf inkılabı, bütün kütüphanelerin yakılmasından daha feci bir zarara sebep oldu


Kütüphaneleri yakmaya gerek kalmadı



Meşhur İngiliz Tarihçisi Arnold Tonybee  “A Study of Hıstory” (Tarihi bir çalışma) isimli kitabında Harf İnkılâbını değerlendirerek “Türkler harf inkılâbıyla kendi kaynaklarına el atmak husûsunda yabancılardan farksız oldular” demekte ve şöyle devam etmektedir:


Günümüzde Hitler, kendi düşüncesine karşı olan bütün ilmî hazîneleri kökten yok edip kaldırmanın yolunu tutmuştur. Ne var ki, matbaanın îcadı bu faaliyetleri bir nevi imkansız hâle getirmiştir.


Hitler’in çağdaşı olan Mustafa Kemal ise, hedefini gerçekleştirmek için en başarılı ve en akıllı yolu seçmiştir. Türkiye’nin başkanı, vatandaşlarının eskiden mîras aldıkları kültür ve medeniyetin havasından kafalarını kurtarıp çok kuvvetli bir şekilde batı medeniyetinin potası içinde şekil almalarını istemiştir. Böylece alfabenin değişimi, kütüphânelerin yakılması yerine geçmiştir.

Bundan sonra Türk kütüphânelerini yakmaya lüzum kalmamıştır. Çünkü harf inkılâbıyla bu hazineler örümceklerin yuva yaptığı raflarda kapanıp kalmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Ancak çok yaşlı hocalar ve ihtiyarlar, onları okumak lüzûmunu hissedecektir.

(Zafer Dergisi Ekim 1996 Sayı 138)

2011-12-24

Yakın tarihimizdeki büyük sosyal, siyasi, kültürel depremler

Yakın tarihimizdeki büyük sosyal, siyasi, kültürel depremler


Depremler Ülkesi Türkiye 
ÜLKEMİZ, oldum olası bir depremler ülkesidir. Şu andaki topraklarımızın yüzde 95'i depremli bölgedir. Bildiğimiz depremin yanında bir de sosyal, siyasî, kültürel depremler vardır. Bunların birkaçını sayayım:
Sultan Abdülaziz'in, Serasker Hüseyin Avni Paşa çetesi tarafından tahttan indirilmesi, birkaç gün sonra Ortaköy Fer'iye sarayında feci şekilde şehid edilmesi. Sultan 5'inci Murad'ın delirmesi.

1877 Osmanlı-Moskof savaşında yenilmemiz.
1909'da Sultan Abdülhamid'in Masonlar, Dönmeler ve Jön Türkler tarafından tahttan indirilmesi.
1911'de İtalyanların Trablusgarb vilayetimize (bugünkü Libya) saldırmaları.
1912'de Balkan harbinin patlaması, Rumeli'yi kayb etmemiz.
1914'te Birinci Dünya savaşına girmemiz.
1918'te yenik olarak Mondros mütarekesini imzalamamız.
1922'de altı yüz küsur yıllık Osmanlı devletinin sona erişi.
1924'te son Halife Abdülmecid bin Abdülaziz Han'ın ve bütün Hanedan mensuplarının yurt dışına sürülmesi ve perişan edilmesi.


Bunlar hep yakın tarihimizin büyük depremleridir.
Cumhuriyetin ilanından sonraki bazı depremler:
Şeriata arka çeviriş. İsviçre Medenî Kanununun (bazı tercüme yanlışlarıyla) kabul edilişi.
İtalyan Ceza Kanununun kabul edilişi.

1928'de bin yıllık millî yazımızın yasaklanıp Latin harflerine geçiş.
İslam medreselerinin kapatılması, bir gecede 40 bin talebe-i ulûmun sokağa atılması.
Müslüman kadınların açılıp özgürlüğe kavuşturulması.
Takrir-i Sükun kanunu.
İstiklal Mahkemeleri.
İskilipli Âtıf efendinin idamı.
Şeyh Said isyanı.
İdamlar, katliamlar, yargısız infazlar.
Dersimde Alevilerin soykırıma tabi tutulması.
Müslümanların sindirilmesi.
Millî kimlik ve kültürün yerine Moiz Kohen Tekin Alp'in ideolojisinin kabulü depremi.
Dünyanın en zengin dili olan Osmanlıcanın darbelenip yerine Agob Martayan'ın uydurduğu öz, yeni, duru, sade suya tirit yeni Türkçenin ikamesi.
Tarihimizin faşist rejim tarafından tahrifi depremi.
On yılda on milyon genç yarattık depremi.
Millî Şef rejimi.
6-7 Eylül yağma ve terörü.
27 Mayıs darbesinden sonra Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanının asılarak idamı.
Bir kısım Müslüman hocaların, şeyhlerin, dindarların kamplara doldurulması.
12 Mart darbesi depremi.
12 Eylül depremi.
28 Şubat depremi.
Büyük hırsızlıklar, soygunlar, yolsuzluklar depremi.
Yaygın, yoğun, genel kokuşma depremi.
Haram rantlar depremi.
İslamî kesimdeki depremler.
Eski mücâhidlerin müteahhit olup voliyi vurmaları depremi.
Din sömürüsü depremleri.
Yardım paralarıyla ilgili depremler.
Sarsılmaz bir birlik ve beraberlik içinde tek bir ümmet olması gereken Müslümanların bin parçaya ayrılıp bölünmeleri ve birbirine düşmeleri depremi.
Genel bedevîleşme depremi.
Türkiye halkının halklara dönüştürülmesi depremi.
1984'ten beri müzmin şekilde süregelen PKK depremi.
Terörün gölgesinde, tozu dumanı içinde yürütülen uyuşturucu kaçakçılığı.
Evet ülkemiz bir depremler ülkesidir.
Sosyal, siyasal, kültürel, hukukî depremler A'dan Z'ye her şeyi bozmuş, her çiviyi yerinden oynatmıştır.
Van'da çadır yağması olduysa bu depremlerin neticesidir.
Toplumda genel bir dağılma, çözülme, çürüme varsa hep bu depremlerdendir.
Türkiye Ortadoğu'nun Japonya'sı olamadıysa hep bu depremlerdendir.
Türkiye Edirne'den Kars'a, Sinop'tan İskenderun'a devamlı depremlerle sarsılmaktadır.
Siyaset kirlenmiş, çığırından çıkmıştır.
Medya depremi ülkeyi, halkı, devleti temellerine kadar sarsıp titretmektedir.
Yoğun müstehcen yayınlar, şehvet ve seks depremleri.
Lüks, israf, sefahat depremleri.
Pompei Herculanum, Sodom Gomore depremleri.
Ülkeyi kasıp kavuran haram rant depremleri.
Haram, kara, kirli, necis, uğursuz servetler depremi.
Nifak şikak fısk fücur isyan tuğyan depremleri.
Ehliyetsizlik, sorumsuzluk, liyakatsizlik, nepotizm,  partizanlık depremleri.
Van depreminin yaraları inşaallah sarılacaktır ama bu saydığım depremlerin yaraları nasıl sarılabilecek mi?

Mehmet Şevket Eygi
Gazeteci-Yazar
14 Eylül 2011

2011-11-18

Türk Devrimleri Ne Kadar Türk'tü? Mesela Latin Yazısı Türk Yazısı mıdır?

Türk Devrimleri Ne Kadar Türk'tü? Mesela Latin Yazısı Türk Yazısı mıdır? Harf inkılabı, harf devrimi,

SORUYORLAR: Siz Arap mısınız ki, Türkçeyi Arap yazısıyla yazmak istiyorsunuz?

Cevap: Siz Latin misiniz ki, Türkçeyi latin harfleriyle yazmayı marifet sanıyorsunuz?

Latin harfleriyle Türkçe çok kolay okunup yazılıyormuş.

Yazının kolay olması, okunduğu gibi yazılması, yazıldığı gibi okunması bir halk ve bir kültür için iyi değildir.

İngilizceye bakalım: Konuştukları gibi mi yazıyorlar, yazdıkları gibi mi okuyorlar?

İngilizce belki de imlası en zor dildir. Lastik yazarlar kauçuk okurlar. Meşhur edipleri Shakespeare'i böyle yazıyorlar, Şekspir okuyorlar. İsland yazıyorlar, aylınd okuyorlar.

Fransızca konuşulduğu gibi mi yazılıyor?

Kolay bir alfabe bir toplumun zekasını dumura uğratır, aklını tembelleştirir.

Çince, yazı itibarıyla dünyanın en zor dilidir. Bu zorluk Çin çocuklarına azim, sabır, başarı, güç kazandırmaktadır.

Japonca da böyledir.

Dünyaya bakın:


Çin, Japonya, Hindistan, Kore, Arap dünyası, Gürcistan, Ermenistan, İsrail, Habeşistan... Daha nice ülke ve halk yazılarını kendi alfabeleriyle veya yazı sistemleriyle okuyup yazıyor.Bu yüzden geri mi kalmışlardır?

O çok sevdiğimiz İsrail niçin Latin alfabesine geçmedi.

Müslümanların yazılarını değiştiren Stalin niçin Gürcülerin ve Ermenilerin millî yazılarına dokunmadı?

Bir milyarlık Hindistan o çetrefil Sanskrit yazısıyla ilimlerde, fenlerde, sanatlarda harikalar meydana getiriyor.

Türkler tarih boyunca en az on beş yazı çeşidini kullanmışlardır.

Bu on beş çeşit yazıdan en fazla İslam Kur'an yazısını kullanmışlardır.

Türkiye'nin tarihi, edebiyatı, toplumsal hafızası onların Arap yazısı bizim İslam Kur'an yazısı dediğimiz yazı ile kayda alınmıştır.

Türk dili için latin yazısı mı daha uygundur, yoksa İslam yazısı mı?

Bu kunuda ben bir şey söylemeyeyim. Kazanlı (Tataristan) Türkolog ve dilbilimci Âlimcan Şeref bey, 1926 Bakü Türkiyat kongresinde okumuş olduğu "Harflerimizin Müdafaası" adlı kitabında Arap alfabesinin Türk diline Latin alfabesinden daha uygun olduğunu ilmen ispat etmektedir. (Bedir Yayınevi, tel. 0212/519 36 18) Stalin bilahare bu zatı on sene zindanda çürütmüştür.

Latin yazısının Türkiye'yi, Türkleri, Türk kültürünü ilerlettiği, çağdaş uygarlık ufuklarına fırlattığı, ilim ve fenlere hizmet ettiği, edebiyatı, ilmi, irfanı geliştirdiği iddiası temelsizdir. Beyinleri ideolojik kuruntularla dumura uğramış demagoglara bunu anlatamazsınız.

Mehmed Şevket Eygi
Gazeteci-Yazar
25.07.2010

"İnsanların giyimine, diline, dinine, yaşamına karışılmayacak, karışmaya kalkan cezalandırılacak"

"İnsanların giyimine, diline, dinine, yaşamına karışılmayacak, karışmaya kalkan cezalandırılacak"



Askerî cumhuriyet

Acılı bir dönem sona eriyor.

Yanlış kurulmuş bir cumhuriyet şimdi yeniden biçimleniyor.

Biz cumhuriyet kurup başına Mustafa Kemal’i getirmedik, Mustafa Kemal’i başa geçirip etrafına bir cumhuriyet kurduk.

Tek partili bir diktatörlük de halktan destek alamadığı için desteğini ordudan aldı.

Niye yaptığımızı bugün dahi mantıklı bir şekilde açıklayamadığımız bir sürü tuhaf “devrimi” ordu zoruyla gerçekleştirdik.

İnsanların giysilerine musallat olduk.

“Fes giymeyeceksin” diye tutturduk.


Alfabelerini değiştirdik.

Müziklerini dinlemelerini yasak ettik.

Bunların hiçbirini halkın rızasını alarak yapmak mümkün olmadığından hep orduyu kullandık.

Ne olurdu insanlar fes giyseydi, Arap alfabesi kullansaydı, Bach yerine türkü dinleseydi?

Ne olurdu görüntü Batılılara benzemeseydi de, “halkın iradesine” dayanan bir yönetim şekli Batı’ya benzeseydi?

Bu ülkede “şapka giymiyor” diye adam asıldı.

Bunun saçmalığını dile getirmek yasaklandı.

Mustafa Kemal, Batı uygarlığının “özünü” değil, biçimini benimsedi.

Bu ülkenin aydınları da “görüntüyü” çağdaşlık olarak değerlendirdi.

Eğitim bir “beyin yıkama” kampanyasına dönüştürüldü, demokrasi neredeyse lanetlenip “cumhuriyet” alabildiğine yüceltildi.

Cumhuriyet, bir diktatörlük yönetimine cevaz veriyordu çünkü.

Demokrasi ise diktatörlüğe izin vermiyordu.

Gericilik-ilericilik tamamen şekil üzerinden öğretildi.

İnsanların birbirlerine nasıl hitap edeceği bile yasalarla belirlendi.

Batı’nın şapkasını aldık.

Gömleğini, ceketini, alfabesini aldık.

Felsefesini, bilimini, demokrasisini almadık.

Görüntüsel bir özentiye dayanan bir diktatörlük kurduk, bunun sürmesini de ordunun silahıyla sağladık.

İsmet Paşa da bu düzeni sürdürdü.

Sonra bunu değiştirmek zorunda kaldık.

Her şeyi “görüntü” sandığımızdan “demokrasinin” de görüntü kısmını benimsedik.

Seçimlere çok parti girdi ama yönetim hep orduda kaldı.

Seçilen siyasiler, yönetimi kendilerinde sandıklarında ordu devreye girip darbe yaptı.

Darbeler de bizim tuhaf cumhuriyetin bir “parçası” olarak kabul edildi.

Soğuk Savaş sırasında, Amerika Türkiye’yi Sovyetler’e karşı kullanmak istediği için bu düzenin sürmesinden yana çıktı.

Sonra dünya değişti.

Amerika değişti.

Avrupa değişti.

Türkiye’den talepleri değişti.

Ordu bunu kabul etmek istemedi.

Son darbesini 28 Şubat’ta yaptı.

2002’de zenginleşen muhafazakâr kesimlere dayanan, dünyanın desteğini arkasına almış AKP iktidarına karşı da darbe hazırlıklarını, girişimlerini, planlarını sürdürdüler.

Dünyaya öylesine kördüler ki hayatın değiştiğini fark etmediler, kendilerine olan güvenleri tamdı, hazırladıkları darbeleri kayıtlara geçirdiler.

Hayatın, zamanın, koşulların kendilerine verdiği mesajları anlamamakta direndiler.

Sonunda yakalandılar.

Halk artık darbelerden ve darbecilerden nefret ediyordu.

Kendi iradesinin iktidara gelmesini istiyordu.

Dünya da bunu destekliyordu.

Dün ilk kez muvazzaf bir orgeneral “darbe” hazırlıklarına karıştığı için tutuklandı.

Kenan Evren, darbe yaptığı için ifadeye çağrıldı.

Ordunun içindeki son cunta da şimdi temizleniyor.

Yeni bir çağ açılıyor.

Bu çarpık cumhuriyetin içinde hayat bulmuş bütün “çarpıklıklar” da temizlenecek, cumhuriyeti bu toplum yeniden kuracak.

İnsanların giyimine, diline, dinine, yaşamına karışılmayacak, karışmaya kalkan cezalandırılacak.

Kişilerin iradesinin değil, dünyayla uyum içinde yaşayacak bir toplumun iradesinin yönetime yansıyacağı bir dönem bu.

Diktatörlüğe heves etmek artık mümkün değil bu çağda, bunu da herkesin aklında tutmasında büyük fayda var.

Ahmet Altan

2011-04-24

Türkçe'mizi yıkan Ermeni Agop'u, Yahudi Mustafa Kemal Kurtarmış

Türkçe'mizi yıkan Ermeni Agop'u, Yahudi Mustafa Kemal Kurtarmış


Dilimizi dilim dilim... Agop Dilaçar

UYDUR UYDUR
7 Mart 1933: TDTC Genel Merkez Kurulu toplanır. Arapça ve Farsça’dan gelen kelimelere savaş açılır, yerlerine yeni “tilcikler” konması için karar alınır.

...İPE DİZ...
Valide yerine doğurgaç, baba yerine doğurtgaç, aşevi yerine otlangaç, belediye için uray, mebus için saylav, sanat için dorut gibi ucubeler dayatılır ki milletimiz Agopça der bunlara...

KAKINÇ, aldatı, YONTU, söylev, gömüt, imge, NESNEL, avunç, bağıt, kaydırgaç, erek, varsıl, Açgı, basçık, alnaç, alışkı, İÇERİK, ansıma, ÇAVLAN, ardıl,

Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim...
Ya bunlar Türkçe değil, ya da ben Türk değilim! Necip Fazıl Kısakürek

Efendim onurlandırdınız.
Ne yani gururlandırdınız mı demek istiyor, şereflendirdiniz mi? Yoksa müftehir mi oldu?
İzzetli, haysiyetli, namuslu, vakarlı, erdemli, hatırlı, itibarlı, muazzez, muhterem, saygıdeğer, seciyeli...
Onur, bunların hangisi? Yeni kuşaklar “hepsi” diyecekler, eskiler “hiçbiri!”
Bakıyorsunuz Osmanlıda Rüşdiye ve İdadi mezunları bile (orta lise) sular seller gibi Fransızca konuşuyorlar.
Peki biz niye kıvıramıyoruz? Lisanımız kısırlaşmış da ondan... Bin kelimeyle iktifa edersen olacağı bu, zihni melekelerimiz dumura uğruyor.
Herkesin ağzında bir “stres”. İyi de stresten maksadın ne güzelim? Dert mi, gam mı, kahır mı, keder mi, gussa mı, yeis mi, tasa mı, mihnet mi, elem mi, üzüntü mü, sıkıntı mı, endişe mi, kasvet mi, nedamet mi, melâl mi, enduh mu, füduret mi, hüzün mü, hüsran mı, hicrân mı, ızdırap mı, inkisar mı, kâbus mu, hafakan mı, teessüf mü, teessür mü, vehim mi, buhran mı, matem mi, gaile mi? Söyle hangisi?
Kısrak, beygir, aygır, tay, gölük, kadana, küheylan, safkan, ester, güre, kulun, midilli, rahvan... Bunların hepsi ayrı şeyler ama “at” deyip geçiyoruz alayına...
Araplar aslana esed deyip geçemiyorlar ama... Adam n’apsın? Lûgatında 20 ayrı aslan olunca...

BU LİSANLA MI?
Siyasilerimiz konuşuyor: Biizz Çin Seddinden Adriyatik kıyılarınaaa...
Ata yurda ne ile gideceksiniz sahi? Oturgaçlı götürgeçle mi?
İnanın insan özeniyor. İranlı ilk mektep talebeleri iki bin yıllık metinleri şakır şakır okuyor, biz (ki yaşımız elli) Rahmetli Menderes’in Yassıada müdafaalarını çözemiyoruz daha.
Türkçe artık Babür Şahın, Gazneli Mahmud’un, Hüseyin Baykara’nın ve Ali Şir Nevai’nin yaşadığı coğrafyada bile kullanılmıyor. Haberiniz olsun ağalar, Acemin dili patlamış gidiyor. Asya’da İran yükseliyor.
Evet Kabil’de, Gazne’de, Mezar-ı şerif’te, Kunduz’da Herat’ta oğuz boyundan kardeşlerimiz var ama ne yazık ki bizi anlayamıyorlar.

VURUN AGOP’A
Hep öyle olur. Söz dilimizdeki tahribattan açıldı mı yaylar gerilir, oklar bir Ermeni’ye döner anında.
Agop Dilaçar’a!
İyi de kimdir bu adam? Ne yapar? Nasıl yapar? Elinden kim tutar?
1. Cihan Harbi... Suriye Cephesi...
Asteğmen Agop Martayan Halep’te İngiliz subayları ile görüşüp konuştuğu için gözaltına alınır. Maksat ne olursa olsun, esirlerle temas affedilmez bir suçtur.
Sadece bizde değil bütün dünyada...
Onu ihanet-i vataniye cürmü ile zincire vurur, alır götürürler Şam’a. Belki de divan-ı harbe verilecektir, sorgudan sonra...
Kendi kendine “ben bittim” der, “demek ki buraya kadar...”

DARAĞACINDAN
Olan olmuştur artık, ifade verirken alttan almaz. Barbarlık der, eziyet der, medeniyetsizlik der ki bunlar da suçtur ayrıca. (Türk ordusuna hakaretten okka altına girebilir pekâlâ)
Komutan pek kulak vermez, gözü koltuğu altındaki kağıtlardadır zira. Ellerini çözdürür, tabancasını iade eder, çay ısmarlar.
Agop’un Lâtin harfleri ile tuttuğu müsveddeleri inceler, sorular sorar. “Yine gel konuşalım” der ve ast zabiti rahatlatıp uğurlar.
Agop şaşkındır. Onun M. Kemal olduğunu bilmiyordur daha...
Savaşın ardından bir süre Robert Kolej’de İngilizce muallimliği yapar.
Sonra Beyrut’ta bir Ermeni okuluna müdür olur. Ermeni gazetesi Luys’un Genel Yayın Yönetmenliğini de üstlenir bu arada...
Kendini Türkiye’de emniyette hissetmemiş olmalıdır ki Sofya’ya kaçar, Svabodan Üniversitesi’nde doğu dilleri okutmaya başlar. Ermeni gazetelere yazılar yollamaktadır hâlâ... Sonra ne olursa olur, TC ile arası açılır, vatandaşlıktan çıkarılır.

TDK’NIN BAŞINA
22 Eylül 1932... M. Kemal, Agop Martayan’ı Dolmabahçe Sarayı’na çağırır...
Ancak, Agop’un yurda girmesi kâbil değildir. M. Kemal ısrarcıdır. Sofya Konsolosluğunu ayağa kaldırır. Konsolos usulsüz olmasına rağmen vize vermekle kalmaz, eline ‘kolaylık gösterilsin. M. Kemal’in hususi davetlisidir” şeklinde bir mektup sıkıştırır.
Dolmabahçe Sarayında mevzu Türk dilidir. Davetliler arasında İstepan, Kevork, Mihran, Bedros ve Hrant Efendiler de vardır ki, soydaşlarını görünce içi rahatlar.
M. Kemal Birinci Türk Dil Konferansı’nda ona Türk Dil Derneği Başuzmanlığı ve ilk Genel Sekreterlik ünvânlarını bağışlar.
Agop Martayan Dilaçar, ölene kadar TDK’nın ‘Genel Yazmanı’ olarak vazife yapar.
İlk kurultayda “Türk, Sümer ve Hint dilleri arasındaki rabıtalar” hakkında bir bildiri sunar.
Tarihimizin Eti, Sümer, Urartu gibi karanlık kuyularda aranmasından rahatsız olanlar da vardır. Prof. Tahsin Banguoğlu bunlardan biridir mesela...

ADİL AÇAR!
1934’te Soyadı Kanunu kabul edilir. M. Kemal kendisine Dilaçar soyadını verir o da M. Kemal için Atatürk soyadını “önerir.”
Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi onun çapında bir akademisyenin altına imza atamayacağı nazariyelerdir. Mertçe çıkıp “gülünç olmayalım” demesi gerekir.
Ama o görüşünü belirtmez sadece emredileni yapar.
Latin harflerinin oturtulması hususunda aşırı gayret gösterir. Dil Tarih Coğrafya’da Türkoloji dersleri verir.
O kadar Türk asıllı varken “Türk Ansiklopedisi”ni hazırlanma işi de ona ihale edilir.
1979’da ölür. Nedendir bilinmez Devlet ajansı adını “A nokta Dilaçar” olarak geçer, TRT spikeri de “Adil Açar” diye okuyup ayrı bir garabete imza atar.
Agopsa Agop kardeşim, adamın adını niye saklıyorsunuz, kimden korkuyor, niye utanıyorsunuz? Doğru dürüst söyleyin “TDK baş uzmanı Agop Martayan yarın filan kiliseden kaldırılıp Şişli Ermeni Gregoryan Mezarlığına...”
Bizim cenahta hep Agop’a sövülür, yok dilimizi mahvetti de kahretti de filan...
Eğer Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan Ermeni Dil Komitesinin başına geçirmek için bir Türk arasa, hayır demeyecek bir sürü dil uzmanımız çıkar.
Ki Ermeniceyi bozup kısırlaştırmak, Ermeni çocuklarını dedesi ile anlaşamaz hale getirmek için fırsatı kaçırmazlar. Ermenicenin hece yapısını, alfabesini de değiştirirler icabında.


TDK’DA YARIM ASIR
Agop Martayan İstanbul Büyükdere’de doğar (1895).
İlk ve orta öğrenimini Gedikpaşa’da, Amerikalı misyonerlerin açtığı bir okulda tamamlar.
1915’de Robert Koleji bitirir. Lisanlara karşı meyli vardır, Ermenice ve Türkçenin yanı sıra İngilizce, Yunanca, İspanyolca, Latince, Almanca, Rusça ve Bulgarcadan da anlar.
1. Cihan Harbinde Mülazim-i Evvel (yedek zabit) olarak askere alınır. Kafkas cephesine yollanırsa da komutanları o hassas coğrafyada vazife yapmasını mahzurlu bulurlar. Suriye’ye kaydırılır. Burada M. Kemal ile tanışır ve önü açılır.
1932’de Türkiye’ye getirilir, ölünceye kadar TDK’da “baş uzman” olarak vazife yapar.


MİLLİYETÇİLİK DERSLERİ
“...Kemalizm Türkçülüğü, Ziya Gökalp Türkçülüğünü reddetmez tamamlar. Ziya Gökalp için menşe birliği mevzubahis değildi, yabancı kaynaktan gelen fakat Türk kültürüne temessül eden ve onunla kaynaşan her şey Türk’tü. Kemalizm Türkçülüğüne göre ise “her Türk asıllı olan Türk’tür”; yabancılaşmaya yüz tutmuşsa, onu tekrar kültürüne döndürmeli, zira o Türk’ün malıdır...
(Agop Dilaçar, “Alpin ırk, Türk etnisi ve Hatay halkı”, CHP Konferanslar Serisi)

KURTULUŞ GEOMETRİDE!
Atatürk’ü, siyaset olaylarının büyük bir devlet adamı yaptığı gibi, yurdun kültür sorunları da onu büyük bir eğitimci durumuna getirdiğini, bu nitelikleriyle bîr önder değil, içten, özden, yüreği açık bir Ata, kılıcı ile ulusunu kurtaran, kalemi ile de onu yükselten bir şahsiyet olarak tanımlamaktadır.
Büyük bir asker, devlet adamı, önder, eğitimci deha olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta ifade ettiği “... Millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu...” anlatmanın en güzel örneği hayatının son yılında yazdığı Geometri kitabıdır.
Agop Dilaçar


MAZHAR OLMUŞ
“Atatürk, (Elâziz) seyahati esnasında Sivas’a uğradı. Burada bir okulda (Sivas Lisesi) talebeyi imtihan ederken Hendese (Geometri) terimlerinin hâlâ eskisi gibi devam ettiğini görmüş, canı sıkılmış. Derhal, Atatürk’ün yanında bulunan Celal Bayar, Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’a yazdığı bir telgrafla bu kitapların okullardan kaldırılmasını bildirmiş. Saffet Arıkan’ın cevabı şu oldu: “İlk irşadınıza bendeniz mazhar oldum.”
Asım Us

KUTUNBİTİK ALDIM
“Dil Bayramından ötürü Türk Dili Araştırma Kurumu Genel Özeğinden, ulusal kurumlarından, türlü orunlardan birçok kutunbitikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu kutlularım”
Gazi Mustafa Kemal

KARANLIKTA N’APCAZ?
...Teklif, tavsiye, telkıyn için ÖNERİ; alenî, bâriz, âşikâr, ayan, bedîhî, vâzıh, sarih, müstehcen, münhâl, üryan, meftuf, berrak ve defisiter için AÇIK “sözcük”leriye yetinmek zorunda kaldığımız kafama dank etdi!
Türkolog Prof. Otto Jastrow şu tesbitte bulunuyor: “Bu yüzden Türk Dili kültürel çokkatlılığını ve nüans zenginliğini geniş ölçüde kaybederek yeniden ilk çıkdığı tek boyutlu bozkır diline yaklaşıyor.”
Aynı bağlamda babam da derdi ki “Yakında artık karanlıkda konuşamayacağız. Çünki el kol işâreti yapmaksızın merâmımızı anlatabilme imkânını kaybediyoruz.”
Yağmur Atsız

BARİ AHENKLİ OLSA
Şair Bâki “Baş eğmeziz” demiş, “edâniye dünyâ-yı dûn için, Allah’adır tevekkülümüz i’timâdımız.”
Şu inceliğe, şu derinliğe bakın. Edâni, dünya ve dûn... Üçü de “deni” kökünden geliyor, yani “alçak!”
Bir mısrada peş peşe “alçak alçak alçak” demek zorunda kaldığınızı düşünün...
Tuhaf... Acizlik... Nakarat!
Böyle bir dille ne şiir olur, ne sanat!
Ne gönül okşar, ne kulak!
Hayati İnanç

BİR İHTİMAL DAHA
Bir olasılık daha var.
O da ölmek mi dersin?
Söyle tinim ne dersin?
...İş buna gidiyordu. Yani ‘Vuslatın başka âlem, sen bir ömre bedelsin’i; ‘kavuşgung başka acun, sen bir yaşama karşılıksın’ diye çevirirseniz bu Türkçe mi olacak?
Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya

İz bırakanlar
İrfan Özfatura
irfan.ozfatura@tg.com.tr
03 Nisan 2011 Pazar

Bu ay öne çıkanlar