İstanbul'un Topkapı semtinde, sur dışında, eski Edirne yolu üzerinde, (Sultan III. Selim zamanı) yapıldığı sanılan bir cami var: Arakiyeci İbrahim Ağa Camii... (Takkeci Camii yahut İbrahim Çavuş Camii olarak da bilinir.)
Camiyi yaptıran Arakiyeci (keçeden takke yapan) İbrahim Ağa, eski İstanbul'un Topkapı'sında yaşayan bir garibandı. Kendisi ne kadar fakirse, gönlü o kadar zengindi. Ördüğü takkeleri, serpuşları çarşı pazar dolaşarak satar, karısıyla birlikte zar-zor geçinirdi. Zar-zor geçinirdi ya, yine de ebedî bir emeli, bir büyük hedefi vardı: Surların kıyısına bir cami yaptırmak istiyordu...
Hep bunu konuşuyor, bunun hayalini kuruyordu. Hangi parayla cami yaptıracağını soran ve büyük emelini alaya alan tanıdıklarına ise, şu cevabı veriyordu:
"İhtimaldir padişahım, belki derya (deniz) tutuşa!" (Denizin yanması
bile ihtimal dahilindedir.)
"Deniz tutuşur mu be, sen bu kafayla daha çok sürünürsün!"
Takkeci garibi çevresine aldırmıyor, çok çalışıyor, üçü beşe katıp biriktiriyor, umutsuzluğa düştüğü zamanlarda ise, "Nemrud ateşini gülistana çeviren Allah, isterse deryaları da tutuşturur" diye
söyleniyordu. (Tabii bu gerçeği idrak için, insanda, Takkeci İbrahim
sabrı lâzım.)
Bir kandil gecesi, bağlı bulunduğu tarikatın şeyhi, rüyasına girdi ve hemen Bağdat'a gitmesini emretti: "Derhal Bağdat'a git gel."
Yürekler Tutuşmadan, Denizler Tutuşmaz!... |
Sebebini düşünmek, akıl ve mantıkla bağlantısını bulmaya çalışmak, gönül erlerinin derdi değildir. Onlar ihlâs ile buyruğa koşarlar.
Takkeci İbrahim Ağa da öyle yaptı. Hemen o gün Bağdat yoluna düştü. Bin türlü zahmetten sonra şehre girdi. Yorgundu, bitkindi, ama ümit doluydu. Hanın avlusundaki tahta peykeye kıvrıldı.
Gözlerini kapatmak üzereyken, yaşlı hancı dikildi başına:
"Hayrola yolcu, nereden gelip nereye gidersin?"
"Darülhilâfe'den" diye cevap verdi Arakiyeci, "Âsitâne'-den,
Dersaâdet'ten (İstanbul'un isimleri) geliyorum."
"Hayırdır inşaallah, geliş sebebin nedir?"
Önceleri söylemek istemedi, ama hancı o kadar ısrar etti ki, rüyasını anlatmak zorunda kaldı.
Rüya üzerine İstanbul'dan kalkıp Bağdat'a geldiğini duyan yaşlı hancı kahkahayı bastı:
"Hay akılsız! Hiç rüyaya ümit bağlanıp bunca zahmete girilir, bunca masarif yapılır mı? Ben dahi geçenlerde bir rüya gördüm. Rüyama giren nur yüzlü bir ihtiyar, 'İstanbul'a git, Topkapı'daki kulübesinde Arakiyeci İbrahim Ağa diye birinin evi var, evi bul, odunluğunda bir
küp Bizans altını gömülüdür, al keyfince yaşa' dedi. Ama rüya ile amel edilmez dedim, hiç üstünde durmadım."
Hancıyı dinlerken, Arakiyeci İbrahim Ağa'nm gözleri parlamış, tüm yorgunluğu geçmişti. "İşte şimdi derya tutuştu!" diye düşünüyor, tatlı tatlı gülümsüyordu.
Gece gündüz demeden, yağmurdu güneşti dinlemeden İstanbul'a döndü. Evinin odunluğunu kazdı. Altın dolu küpü topraktan çıkardı. Camiini inşa etti.
"Arakiyeci İbrahim Ağa Camii", hedefe kilitlenmenin, sabrın ve sebatın sembolü olarak hâlâ durur.
Düşünüyorum da, Arakiyeci İbrahim Ağa, şartların elverişsizliğine,
imkânlarının azlığına bakıp cami yaptırma emelinden vazgeçseydi...
Bağdat'a kadar gitmese, bu zahmeti göze almasaydı da köşesinde
yalnızca dua ederek beldeseydi, emeline nail olabilir miydi?
Eğer imkânlarınızı, hatta dünyanızı aşan büyük hedefleriniz, kalıcı
emelleriniz varsa...
Eğer sizi hedefinize ulaştırıp emellerinizi gerçekleştirecek sabra, sebata, ihlâsa, gayrete sahipseniz...
Ve eğer bu uğurda bazı çilelere, dertlere, yorgunluklara, güçlüklere, sıkıntılara katlanmayı göze alabiliyorsanız...
Rahmet tecelli eder ve hedefinize ulaştırılırsınız.
(Yavuz Bahadıroğlu- Biz Osmanlıyız)
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.