Mehmet Fahri Sertkaya
▼
2011-06-30
Ah Güzel İstanbul (Maslak'ın Dünü ve Bu günü) (Belgesel Video)
İstanbul'un Maslak semtinin dünü ve bu günü...
Bir süre Maslak'ta ikamet eden Sultan II. Abdülhamit Han'dan kalan izler...
Dikkat; Gerçek İsevilik Bozuldu ve Hıristiyanlığa Dönüştü, Sizi Aldatmasınlar!
Dikkat; Gerçek İsevilik Bozuldu ve Hıristiyanlığa Dönüştü, Sizi Aldatmasınlar! |
ÎSEVÎLİK
Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hak dîne verilen ad. Îsâ aleyhisselâma nisbetle Îsevîlik, yerleştiği yer olan Nasıra’ya nisbetle Nasrânîlik adı verilmiştir.
Allahü teâlâ insanlara, dünyâda ve âhirette kurtuluşa ermeleri için yol gösterici peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerden bir kısmı yeni bir din getirmiş bir kısmı ise bu dînin emir ve yasaklarını tebliğle vazifelendirilmiştir. Yeni bir din getiren peygamberlerden birisi de Mûsâ aleyhisselâmdır. Mûsâ aleyhisselâma Tevrat adında ilâhî kitap indirildi. Mûsevîlik dîninin esaslarını insanlara tebliğ etmesi emredildi. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberler de Mûsevîlik dîninin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ ettiler. Peygamberlere karşı çıkan ve hatta onları şehid eden İsrâiloğulları Tevrat’ı ve Mûsevîlik dînini değiştirdiler.
Allahü teâlâ Kudüs yakınındaki Nâsıra şehrine yerleşmiş olan Îsâ aleyhisselâma otuz yaşındayken peygamberlik emrini bildirdi. Îsâ aleyhisselâm insanların Allahü teâlâya inanmalarını ve O’nun emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmalarını istedi. İsrâiloğulları onun dâvetini kabul etmedikleri gibi O’na karşı çıktılar. Îsâ aleyhisselâm birçok mûcizeler gösterdi. Fakat O’na pek az kimse îmân etti. Kendisine îmân edenler arasından seçtiği havârî adı verilen on iki kişiden Allahü teâlâya îmân ve ibâdet edeceklerine dâir söz aldı.
İsrâiloğulları Îsâ aleyhisselâma çeşitli iftiralarda bulunup onu öldürmeye karar verdiler. Hazret-i Îsâ’yı aramaya başladılar. Îsâ aleyhisselâmın havârilerinden Yehûda (Judas) birkaç kuruş karşılığı Îsâ aleyhisselâmın yerini haber verdi. Îsâ aleyhisselâmı yakalamak üzere Yahûdîlerle birlikte eve girince,Allahü teâlâ Yehûda’yı Îsâ aleyhisselâma benzetti. Yahûdîler de onu Îsâ aleyhisselâm diye yakaladılar, haça (çarmıha) gerip asarak öldürdüler. Allahü teâlâ hazret-i Îsâ’yı göğe kaldırdı. Îsâ aleyhisselâm bu sırada otuz üç yaşındaydı.
Yahûdîler Îsâ aleyhisselâmı tutup asmak veyâ öldürmek istediklerinde yanında bulunan İncil-i şerîfi de yok ettiler. O zaman İncil henüz dünyâya yayılmamış, Îsâ aleyhisselâmın dîni olan İsevîlik henüz yerleşmemişti. Çünkü Îsâ aleyhisselâm ancak iki buçuk, üç sene kadar din tebliğ edebilmişti. Bu sebeple İncil’in bir nüshasının, daha yazılmış olması ihtimali yoktu. Îsâ aleyhisselâmın Eshâbı hem çok az, hem de ekserîsi câhillerden olduğu için onlarda yazılı bir nüsha olması imkanı da yoktu. Îsâ aleyhisselâmdan başkasının da ezberinde değildi. Yahûdîlerin ileri gelenlerinden ve Îsevîlerin en büyük düşmanlarından olan Paul Îsevîliği kabul ettiğini, Îsâ aleyhisselâmın kendisini, Yahûdî olmayan milletleri dâvet için şakirt (talebe) tâyin ettiği yalanını uydurdu. İsmini Pavlos (Bolüs) olarak değiştirdi. Çok iyi bir Îsevî görünerek Îsâ aleyhisselâmın dînini bozdu. Tevhîdi (tek Allah inancını) teslise (üç tanrı inancına), Îsevîliği de Hıristiyanlığa çevirdi. Havârîlerin Îsâ aleyhisselâmdan duyup yazdıkları İncillere âit hüküm ve emirleri değiştirdi. Hazret-i Îsâ’nın Allah’ın oğlu olduğu (hâşâ) inancını yaymaya çalıştı. Böylece hakîkî Îsevîlik yok olup, yerini bozuk olan Hıristiyanlığa bıraktı.
Îsevîlikte tek Allah’a inanmak esâsı vardı. Ahkâm, yâni emirler ve yasaklar pek azdı. Îsâ aleyhisselâm yeni bir din getirdiğinden bahsetmemiş; “Ben yeni bir din kurmuyorum. Ben, Benî İsrâîl peygamberlerinin getirdiği ve şimdi bozulmaya başlayan, tek Allaha inanan hak dinini izhar için geldim.” diyordu. O halde Îsevîliği yeni bir din olarak kabul etmek doğru değildir. Îsevîlik, tek Allaha inanma dîni olan İbrâhim aleyhisselâm ve Mûsâ aleyhisselâmın dinlerinin aynısıdır. Îsâ aleyhisselâm kendi vaazlarını yazmadı. Allahü teâlânın gönderdiği İncil de kayboldu. Bugün Hıristiyanların elinde bulunan Kitâb-ı Mukaddes, Tevrat’tan alınan kısımlar Eski Ahid ile, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’nın sonradan yazdıkları İnciller ile, Resuller tâbir edilen şâkirdlerin risâlelerinden, mektuplarından yâni Yeni Ahid’den meydana getirilmiştir. Bu dört yazarın kitapları birbirini tutmaz. Aynı hâdise hakkında birbirinden farklı yazılar yazmışlardır. Diğer havârilerin yazdıkları İnciller toplattırılıp yaktırılmıştır. Yakılan bu İnciller arasında bulunan ve içinde Muhammed aleyhisselâmın geleceğini uzun uzadıya anlatan Barnabas İncili de yok olmuştur. Bugün insaflı Hıristiyan din adamları bile şimdiki Hıristiyanların ellerindeki İncil’in artık Allah kelâmı olarak kabul edilmeyeceğini itiraf etmektedirler. Bugünkü İncillerde Allah kelâmı olan bâzı kısımlar da vardır. Bir Müslüman için yapılacak en doğru hareket İncil’de bulunan ve Kur’ân-ı kerîm’de bildirilen hususları kabul, Kur’ân-ı kerîme muhâlif olan hususları insan ilâvesi olduğu için reddetmek, Kur’ân-ı kerîmde kabul veya reddedilmeyen hususları ise iyice inceledikten ve İslâm akidelerine uygun olduğunu anladıktan sonra doğru kabul etmektir.
Hep Tartışıyoruz Ama Gereğince Bilmiyoruz; Siyonizm Nedir?
Hep Tartışıyoruz Ama Gereğince Bilmiyoruz; Siyonizm Nedir? |
Filistin dışındaki bütün Yahûdîleri “arz-ı mev’ûd” (vâd edilmiş toprak)ta, yâni Filistin’de toplamak ve sonra da hazret-i Süleyman’ın mâbedini, Siyon Dağına yeniden inşâ etmek, Yahûdîleri bütün insanlığa üstün kılmak ideali.
Mûsâ aleyhisselâm Mısır’dan çıkıp, Kızıldeniz’i geçtikten sonra Tur Dağının bulunduğu Sînâ Çölüne (Tih Sahrasına) gelerek Yahûdîlerle kırk yıl kadar burada kaldı. Onları Filistin topraklarında yerleştirmeyi vât etti. Fakat Mûsâ aleyhisselâm, Filistin topraklarına girmeden daha Şeria Vâdisindeyken vefât etti. Yahûdîler, bundan dolayı Filistin’e arz-ı mev’ûd (vâd edilmiş toprak) demişler ve oraya yerleşmek en büyük idealleri olmuştur. Târih boyunca bunun için çalışmışlardır. Hazret-i Süleyman zamânında buraya yerleşmeye muvaffak olmuşlardır.
Siyonizm ve siyonistin ne olduğunu anlamak için önce Siyon’un ne olduğunu bilmek gerekir. Siyon, hazret-i Süleyman’ın Kudüs (Yeruşaleym)te, mâbedini yaptığı dağın ismidir. İşte siyonizm; Yahûdîlerin, hazret-i Süleyman zamânındaki gibi Filistin’de toplanıp, mâbetlerini Siyon Dağına kurarak bütün milletlerin Yahûdîlere esir ve köle olması, böylece Yahûdî Cihan hâkimiyetinin kurulması idealleridir. Yahûdîlerin mukaddes kitapları olan Ahd-i Atik’te yerine getirilmesi, sâdece mabedin varlığına dayanan yüzlerce emir bulunmaktadır. Dolayısıyla mâbed olmaksızın Yahûdî dîninin şartlarının yerine getirilmesine imkân yoktur.
Bu mâbet, Asur Kralı Buhtunnasar’ın Kudüs’ü işgâli sırasında yıkıldı. Daha sonra Keyhüsrev, ikinci defâ yeniden inşâ ettirdi. Mâbet, Romalı Titus tarafından M.S. 70 yılında yıkıldı. Yahûdîler dağıtıldı. Bu târihle Kudüs’ün Yahûdîlere olan bağlılığı son buldu. M.S. 123 yılında Mescid-i Aksâ’yı Bizanslılar tâmir edip, Kudüs’e İlyâ ismini verdiler.
Yahûdîler, Romalılar tarafından mâbetleri yıkılıp, Filistin’den sürüldükten sonra, Filistin’de devlet kuracak, onları esirlikten kurtaracak bir mesih beklemeğe başladılar. Târih boyunca çeşitli kimseler mesihlik iddiası ile ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisi de İzmirli Yahûdî Sabatay Sevi (1626-1676)dir. En sonuncusu da 1868’de Yemen’de çıkan Şukr-el Kubeyl’dir.
Yahûdîler, Filistin’de devlet kurmak için teşkilâtlanmaya 17. yüzyılda başladılar. 1695 yılında İngiltere’de Oligar Paulli adlı Yahûdî III. William’a mürâcaat ederek Filistin’de bir Yahûdî Devleti kurulması husûsunda yardımını talep ettiler. Bu mücâdeleleri bağımsız İsrail Devletinin kurulduğu 14 Mayıs 1948 yılına kadar devam etti. (Bkz. İsrail)
İsrâil Devletinin kurulması için en büyük gayreti gösteren Theodor Herzl hâtıralarında şöyle demektedir:
“27 Şubat 1896’da Daily Chronicle Gazetesi’nde, Yahûdî Devleti dolayısıyla milyoner Sir Samuel Montagu ile yapılmış röportajım yayınlandı. Montagu’ya göre birisi Filistin’i Türklerin Sultanı’ndan iki milyona satın alabilir!
19 Haziran 1896 akşamı Newlinsk, kötü haberler ve asık bir suratla Yıldız Sarayından döndü. Sultan Abdülhamîd’in şöyle dediğini nakletti:
“Eğer Mr. Herzl, senin benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben iki karış dahi olsa toprak satamam. Zîrâ bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmışlar ve yine kanlarıyla sulayıp yeşertmişlerdir. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehit düşmüşler; bir tânesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muhârebe meydanında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana âit değildir. Ben onun hiçbir parçasını vermem. Bırakalım Yahûdîler milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman taksim edebilirler. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsâde edemem.”
Sultan Abdülhamîd’in doğru ve büyük sözleri beni sarstı, bir zaman bütün ümitlerimi kırdı. Bu sonu ölüm ve parçalanmaya giden karşı koymada trajik bir güzellik var. Mamafih son nefese kadar, pasif mukâvemet şeklinde de olsa mücâdele edeceğiz.
18 Mart 1900’de Sultan Abdülhamid Hana yapılan her türlü teklif, zorlama etkisiz kaldı. Hâlen bir tek plân aklıma geliyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlar hergün biraz daha kötüye gidiyor. Sultana karşı bir kampanya açmalı. Bu iş içinde sürgün edilmiş prensler ve Jön Türkler kullanılmalı. Aynı zamanda Yahûdî sosyalistleri faaliyete geçmeli. Avrupa devletlerinin, Yahûdîlere Filistin’de toprak vermesi hususunda Osmanlı Devletine baskıda bulunmaları sağlanmalı.”
1948’de İsrail Devletinin kurulmasıyla Siyonizm gâyesine ulaşmış gibi gözükürse de, bütün dünyâda faaliyetine ara vermeden devam etmektedir.
On üçüncü Osmanlı şeyhülislâmı; EBÜSSÜ'ÛD EFENDİ
On üçüncü Osmanlı şeyhülislâmı; EBÜSSÜ'ÛD EFENDİ |
On altıncı asrın meşhûr Osmanlı âlimlerinden. On üçüncü Osmanlı şeyhülislâmıdır. Tefsir, fıkıh ve diğer ilimlerde büyük âlimdi. İsmi, Ahmed binMuhammed’dir. Ebüssü’ûd el-İmâdî ismiyle meşhur olup, Hoca Çelebi adıyla da tanınmıştır. 1490 (H.896) senesinde İskilip’te doğdu. 1574 (H.982)te İstanbul’da vefât etti. Bazı kaynaklarda İstanbul yakınlarındaki Müderris köyünde doğduğu da bildirilmektedir. Âlimler yetiştiren bir âileye mensuptur. Dedesi, Ali Kuşçu’nun kardeşi Mustafa İmâdî’dir. Semerkand’dan Anadolu’ya gelip yerleşmiştir. Babası âlim ve kâmil bir zât olup, Hünkâr şeyhi olarak bilinirdi.
Ebüssü’ûd Efendi, önce babasından ilim öğrendi.Gençlik çağında da babasının derslerine devâm ile icâzet(diploma) aldı. Babasından sonra Müeyyedzâde Abdurrahmân Efendi, Mevlânâ Seyyid-i Karamânî ve İbn-i Kemâl Paşadan ilim öğrendi.Tahsilini tamamladıktan sonra, yirmi altı yaşında müderris oldu. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı. 1532’de Bursa kâdılığına bir sene sonra da İstanbul kâdılığına tâyin edildi.Üç sene İstanbul kâdılığı yaptı. 1537’de Rumeli kazaskerliğine tâyin edildi. Sekiz sene bu vazifede bulundu.
Ebüssü’ûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Hanın sevip değer verdiği, pek kıymetli bir âlimdi. Kânûnî, onu bütün seferlerinde yanında bulundurdu. 1541’de Pâdişâh’ın emri üzerine,Budin’in ve Orta Macaristan’ın tapu ve tahrir işlerini yaptı. 1545 senesinde elli beş yaşındayken, Fenârîzâde Muhyiddîn Efendiden sonra şeyhülislâm oldu.
Kânûnî Sultan Süleymân ile İkinci Sultan Selîm Hanın saltanatları zamânında 30 sene şeyhülislâmlık yaparak din ve devlete üstün hizmetlerde bulundu. Osmanlı şeyhülislâmları arasında en çok bu makamda kalıp hizmeti geçen Ebüssü’ûd Efendidir.
Süleymâniye Câmiinin temel atma merâsiminde, mihrâbın temel taşını Ebüssü’ûd Efendiye koydurtanKânûnî SultanSüleymân Hân, onu çok sever ve her önemli işinde onun fetvâsına mürâcaat ederdi. Devrinde âlimler arasında bir mesele hakkında farklı hüküm ortaya çıksa, Ebüssü’ûd Efendinin tarafını tercih ederdi. Ebüssü’ûd Efendi, o devirde, devlet kânunlarını dînin hükümlerine uygun şekilde telif etmiştir. Tımar ve zeâmetlere dâir mevzûlarda verilen kararlar, genellikle Ebüssü’ûd Efendinin fetvâlarına dayanmıştır. Mülâzemet usûlü de onun zamânında tesis edilmişti. Kânûnî, Arâzî Kânunnâmesi’ni de Ebüssü’ûd Efendiye hazırlatmıştır.
Kânûnî SultanSüleymân Hanın cenâze namazını Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Pâdişâh’ın vefâtı üzerine bir mersiye yazdı. Bu mersiyesi de, edebiyattaki yüksek derecesini göstermiştir.
Ebüssü’ûd Efendi, sekiz sene de İkinci Selim Han zamânında şeyhülislâmlık yaptı.
Ebüssü’ûd Efendi, 25 Ağustos 1574 târihinde 84 yaşında vefât etti.İslâm âleminde çok tanınmış olduğundan vefâtı büyük bir üzüntüyle karşılandı.Cenâze namazını Kazasker Muhşi Sinân Efendi, FâtihCâmiinde kıldırdı.Cenâze namazı için o devrin âlimleri, vezirler, dîvân erkânı ve halk, büyük bir kalabalık hâlinde toplandı. İkinci Selim Han, Ebüssü’ûd Efendinin vefâtından dolayı pek ziyâde üzülmüştür.
Ebüssü’ûd Efendi dînî hükümleri çok iyi bilen, sağlam karakterli, kimseye haksızlık etmeyen, hatır için aslâ söz söylemeyen, gâyet tedbirli bir âlimdi. Devrin durumunu, şartlarını, halkın örf ve âdetlerini dikkate alır, işlerinde dînin emirlerinden aslâ dışarı çıkmazdı.
İstanbul ve İskilip’te hayrât yaptırdı.İskilip’te, babası Muhyiddîn Mehmed İskilibî’nin ve annesinin medfûn bulunduğu türbenin yanında bir câmi ve bir medrese, o civarda bir de köprü yaptırmıştır. İstanbul’da, Eyyûb’de bir medrese yaptırdı. Kabri, bu medresenin yanındadır.Yine İstanbul’da Şehremini ve Mâcuncu semtlerinde birer çeşme ve hamam yaptırmıştır. Mâcuncu’da bir konağı ve Sütlüce’de bahçeli bir yalısı vardı.Tefsirini bu yalıda yazmıştır.
Osmanlı sultanlarından İkinci Selim, Üçüncü Murad ve Üçüncü Mehmed’in zamanlarında hizmet veren; Ma’lûlzâde Seyyid Mehmed,Abdülkâdir Şeyhî, Hoca Sa’deddîn, Bostanzâde MehmedSun’ullahEfendi, Bostanzâde Mustafa, meşhur şâir Bâki Efendi, Hâce-i SultanîAtâullah Efendi, Kınalızâde Hasan ve Ali Cemâlî Efendinin oğlu Fudayl Efendi gibi pekçok âlimin hocasıdır.
Eserleri: Ebüssü’ûd Efendi, tefsir, fıkıh ve diğer ilimlerde pekçok eser yazmıştır. Bâzıları şunlardır:
İrşâdü’l-Aklisselîm: Meşhûr tefsiridir. Ma’ruzât, Hasm-ül-Hilâf, Gamzetü’l-Melîh, Kevâkib-ül-Enzâr, Fetvâlar, Kânûnnâmeler, Münşeât, mektupları, şiirleri ve diğer eserler.
Yalnız Yürür, Yalnız Gezer, Yalnız Ölür; Ebu Zerr...
Yalnız Yürür, Yalnız Gezer, Yalnız Ölür; Ebu Zerr... |
“Allahü teâlâ, yalnız başına yürüyen, yalnız başına vefât edecek ve yalnız başına haşr olunacak olan Ebû Zer’e rahmet eylesin.” Hadis-i Şerif
****
EBÛ ZERR-İL-GIFÂRÎ
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, İslâmı kabul edenlerin beşincisidir. İsminin ne olduğunda ihtilâf edildi. Kabul edileni Cündeb bin Cünâde’dir. Ancak İslâm târihinde Ebû Zer künyesiyle meşhur oldu. Lakabı Mesîh-ül-İslâm’dır. Benî Gıfâr kabîlesindendir ve doğum târihi belli değildir. 652 (H.32) senesinde, Medîne civârındaki Rebeze denilen yerde vefât etti.
Ebû Zer, Mekke’nin ticâret yolu üzerinde bulunan Gıfâroğulları yurdunda yaşamaktaydı. Benî Gıfârlar, Arabistan’da bulunan diğer kabîleler gibi câhiliyye devrinin her çeşit kötülüğünü işliyor ve putlara tapıyorlardı.
Ebû Zerr-i Gıfârî de çevresinin tesirinde kalarak onlar gibi hareket ediyordu. Nihâyet bir gün, her şeyin tek bir yaratıcısı olduğuna inanarak, yaptığı işlerden vazgeçti. İnsanlardan uzak bir hayat yaşamaya ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için kendisine yol gösterecek bir rehber aramaya başladı. Üç sene böylece devâm etti. O, bu durumdayken, Resûl-i ekrem efendimize, Allahü teâlâ tarafından peygamberliği bildirilmiş, İslâmın nûru âlemi aydınlatmaya başlamıştı. İslâmın doğuş haberi gün geçtikçe yayılıyor, müşrikler de engellemeye çalışıyorlardı. Nihâyet bu haber Benî Gıfâr yurduna da ulaştı.
Bunu duyan Ebû Zerr-i Gıfârî, gerekli araştırma ve soruşturmayı yaptıktan sonra, Müslüman olmaya karar verip, Mekke yoluna düştü. Mekke’ye varınca, hâlini kimseye anlatmadı. Garip ve yabancıydı. Bu bakımdan kimseye bir şey sormadan varıp Kâbe’nin yanına oturdu. Peygamber efendimizi görmek için fırsat kolluyor, nerede olduğunu öğrenmek için bir işâret arıyordu.
Akşam üstü bir sokak köşesine çekildi. Hazret-i Ali onu gördü. Garib olduğunu anlayarak evine götürdü ve misâfir etti. Fakat bir şey sormadığı için hazret-i Ebû Zer sırrını açmadı. Sabah olunca tekrar Kâbe’ye gitti. Akşama kadar dolaştı yine hiçbir ipucu elde edemedi. Eski yere gelip oturdu. Hazret-i Ali o gece yine oradan geçerken, onu görünce; “Bu biçâre hâlâ gideceği yeri öğrenememiş!” diyerek tekrar götürdü. Sabahleyin yine Beytullah’a, sonra oturduğu köşeye çekildi. Akşam olunca Ali tekrar evine dâvet etti. Nereden ve niçin geldiğini sordu. Hazret-i Ebû Zer; “Eğer bana doğru bilgi vereceğine kat’î söz verirsen söylerim.” dedi. Hazret-i Ali; “Söyle, hâlini kimseye açmam.” deyince, Ebû Zerr-il-Gıfârî; “Bir peygamberin çıktığını işittim. Buraya O’na kavuşmak ve O’nunla görüşmek için geldim.” dedi. Hazret-i Ali; “Sen doğruyu buldun, akıllılık ettin. Şimdi o zâtın yanına gidiyorum. Arkamdan gel. Benim girdiğim eve sen de gir. Eğer yolda sana bir kimsenin zarar vereceğini anlarsam, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi davranırım. O zaman beni geçiverirsin.” dedi. Ebû Zerr-il-Gıfârî, hazret-i Ali’nin dediği şekilde davranarak sevgili Peygamberimizin mübârek yüzünü görmekle şereflendi ve hemen; “Esselâmü aleyküm” diyerek selâm verdi. Bu selâm, İslâmda verilen ilk selâm ve Ebû Zerr-il-Gıfârî de ilk selâmlayan kimse oldu. Peygamber efedimiz selâmına cevap verip: “Allah’ın rahmeti üzerine olsun.” buyurduktan sonra; “Sen kimsin?” diye sordu. “Ben, Gıfâr kabîlesindenim.” dedi. “Ne zamandan beri buradasın?” buyurdu. Üç gün üç geceden beri buradayım.” dedi. “Seni kim doyurdu?” buyurunca; “Zemzem’den başka bir yiyecek, içecek bulamadım? Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım.” dedi. Peygamber efendimiz; “Zemzem mübârektir. Aç olanı doyurur.” buyurdu. Bundan sonra Ebû Zerr-il-Gıfârî; “Bana İslâmı bildir.” dedi. Peygamber efendimiz ona Kelime-i şehâdeti okudu. O da söyleyip, Müslüman oldu.
Ebû Zerr-il-Gıfârî hazretleri Müslüman olduktan sonra, Kâbe yanına gidip, yüksek sesle; “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh” dedi. Bunu işiten müşrikler hemen üzerine hücum ettiler. Taş sopa ve kemik parçaları vurarak çok dövdüler ve kanlar içinde bıraktılar. Bu hâli gören hazret-i Abbâs, onu müşriklerden kurtardı. Ebû Zer, Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği şevkle öylesine seviniyor ve coşuyordu ki, ertesi gün yine Kâbe’nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle bağıra bağıra söyledi. Bu sefer de üzerine saldıran müşrikler, öldü zannedinceye kadar dövdüler. Yine Abbâs yetişip, ellerinden kurtardı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Ebû Zerr-il-Gıfârî’ye kendi memleketine dönmesini ve orada İslâmiyeti yaymasını emir buyurdu. O da bu emir üzerine kendi kabîlesi arasına dönüp, onlara İslâmiyeti, Allah’ın birliğini, Muhammed aleyhisselâmın O’nun Resûlü olduğunu ve bildirdiklerinin hak olduğunu anlattı. Kabîlesinin içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp bunların zararlarını ve çirkinliğini gâyet açık bir şekilde dile getirdi. Dinleyenler arasında başta kabîle reisi Haffâf, kendi kardeşi Üneys olmak üzere çoğu Müslüman oldu. Diğerleri ise daha sonra Peygamberimizi görerek Müslümanlığı kabul ettiler.
Ebû Zerr-il Gıfârî, kabîlesi arasında İslâmı yayma hizmetinde olduğundan; Bedr, Uhud ve Hendek savaşlarında bulunamadı. Daha sonra, Medîne’ye geldi ve yerleşti. Peygamber efendimizin yanından hiç ayrılmadı. Önce Resûlullah efendimizin hizmetini görür, sonra mescide gider, başka işle meşgul olmazdı. Öyle ki, Peygamberimizin evindeki bir fert gibi olmuştu. Her hareketinde ve her işinde Resûlullah efendimize uyardı. Bütün zamânını dîni öğrenmeye ayırdı. İlim öğrenmek husûsunda büyük gayret sâhibiydi.
Tebük Seferinde, hazret-i Ebû Zerr’in devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyâsını sırtına yükleyerek orduya yetişti. Yalnız başına tenhâ bir yere oturdu. Sevgili Peygamberimiz, Ebû Zer’i böyle tenhâda görünce; “Allahü teâlâ, yalnız başına yürüyen, yalnız başına vefât edecek ve yalnız başına haşr olunacak olan Ebû Zer’e rahmet eylesin.” buyurdular.
Peygamber efendimizin vefâtından sonra bir köşeye çekilip, son derece mahzun ve yalnız bir hayat sürdü. Hazret-i Ebû Bekr devrinde de böyle yaşayıp, onun vefâtından sonra Şam’a yerleşti. Orada kâdılık, yâni hâkimlik yaptı.
Hazret-i Osman’ın halîfeliğine kadar orada kaldı. Sonra Medîne-i münevvereye geldi. Halîfenin izniyle Medîne yakınında Rebeze’ye yerleşti. Buraya bir mescid yaptırdı. Vefât edinceye kadar gelenlere İslâm dînini öğretti. Hadîs-i şerîfler rivâyet eyledi. Kalan ömrünü burada geçirdi ve orada vefât etti. Vefâtı pek garib oldu. Ebû Zer hazretleri vefât ettiğinde bir evi, üç koyunu ve birkaç keçisinden başka malı yoktu.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Ebû Zerr-il-Gıfârî hakkında buyurdu ki:
Benim ümmetimde Ebû Zer, Meryem oğlu Îsâ’nın zühdüne sâhiptir. Bu fıtrat üzere yaratılmıştır.
Îsâ aleyhisselâmın tevâzuuna bakmak kendisini mesrûr eden kimse, Ebû Zer’e nazar eylesin.
Ebû Zer’den daha sâdık bir söz (lehçe) ne yeryüzü tanımıştır, ne de bir yeşillik üzerine gölge salmıştır (yâni onun gibi doğru sözlü bir kimse dünyâya gelmiş değildir).
Hazret-i Ebû Zer buyurdu ki:
Şüphesiz malının iki ortağı vardır: Biri semâvî âfetler, diğeri de vârisler. Şu hâlde, malından nasibi en az olan kimse olmak istemiyorsan ve buna gücün yetiyorsa, Allahü teâlânın yolunda sarf et.
Fakir, yâni ihtiyaç hâli benim için zenginlikten ve hastalık da sıhhatli olmaktan daha sevgilidir.
İnsan ne kadar dünyâ malı toplarsa, o kadar dünyâya düşkün olur.
En garip ve en muhtaç olduğun gün, kabre konduğun gündür.
Ebû Zerr-il-Gıfârî Peygamber efendimizden bizzat işiterek iki yüz seksen bir hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden; Enes bin Mâlik, İbn-i Abbâs, Hâlid bin Vehban; Zeyd bin Vehb, Cübeyr bin Nüfeyr, Ahnef (Dehhâk) bin Kays, Abdullah bin Sâmit, Amr bin Meymûn ve daha çok sayıda hadis âlimi, hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Ondan rivâyet edilen bu hadîs-i şerîfler, Kütüb-i sitte adlı meşhur altı hadis kitabında yer almıştır. Ebû Zer’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
Akıllı kimse zamânını üçe bölmeli; bir kısmını ibâdetle, bir kısmını nefis muhâsebesiyle, diğerini de öbür işlerini yapmakla geçirmelidir.
Nerede olursan ol takvâ üzerine bulun, Allah’tan kork.
Eğer iyilik yapmaya gücün yetmiyorsa, hiç olmazsa kötülük etme. Bu da nefsin için verilmiş bir sadakadır.
Birinci Dünya Savaşı
Birinci Dünya Savaşı |
1914'te başlayıp, 1918'de sona eren ve Avrupa, Rusya, ABD, Ortadoğu ve diğer bazı bölgeleri içine alan milletlerarası savaş. Birinci Dünya Savaşının sebepleri pek eski ve karışıktır. Bu savaşın sebep ve neticeleri 1789 Fransız İhtilali ve çeyrek yüzyıl süren ihtilal savaşlarının müteakip yüzyıl içinde meydana getirdiği gelişmelerin tabii bir sonucudur. İhtilalin ortaya çıkardığı fikirler ve ictimai müesseseler devletlere olduğu kadar, milletlerin davranışlarına da yeni bir istikamet verdiği gibi, devletlerarası münasebetlerin de yeni bir çerçeve içinde akmasına sebeb olmuştur. Liberalizm ve milliyetçilik hareketlerinin çıkması, İtalyan Birliğinin kurulması ve en önemlisi Alman İmparatorluğunun ortaya çıkması, Avrupa dengesine yeni bir şekil vermekle kalmayıp, Balkanlardaki milli duygular da kamçılanmıştır. Bunun neticesinde Balkanlarda kaynaşma olmuştur.
Savaşın en önemli sebeplerinden birisi de, Alman İmparatorluğunun dış politikasıdır. Bismark’ın Alman İmparatorluğunun kurmak için uyguladığı barış siyaseti, Avrupa'yı bloklaşmaya ve bloklar arasında rekabet ve silahlanmaya götürmüştür. Endüstrileşmenin 19. yüzyılda kazanmış olduğu hız ve bunun neticesinde genişleyen sömürgecilik, diplomatik münasebetlerin alanını Avrupa’dan Afrika ve Uzakdoğu’ya yaymıştır. Almanya’nın denizlerde ve sömürgelerde İngiltere ile rekabete kalkışması ve İngiltere’nin Almanya'yı ezmek istemesi de, savaşın bir diğer sebebidir.
Rusya’nın Balkan siyasetine sarılıp Boğazları ele geçirmek arzusu durmadan küçük Balkan devletlerini imparatorluklara karşı ayaklandırması da savaşın sebeplerinden olup, meselenin doğu cephesini açıklamaktadır.
Bir yandan Almanya-Avusturya, öbür yandan İngiltere-Fransa ve Rusya’nın birbirlerine karşı gruplaşmaları ve ittifak muahedeleri ile bağlanmaları dünyayı şüpheli bir geleceğe itiyordu.
Savaşın ani sebebini 28 Haziran 1914 günü Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Fransuva Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırplı tarafından öldürülmesi teşkil eder. Bu olay karşısında Avusturya’nın Sırbistan’a ağır bir ültimatom vermesinden sonra savaş ilan etmesi ve Rusya’nın Sırbistan’ın, Almanya’nın da Avusturya’nın arkasında yer alması Avrupa’yı bir hafta içinde dünya çapında bir savaşa sürüklemiştir. Neticede Almanya Rusya’ya, Rusya’nın müttefiki olan Fransa da Almanya’ya savaş ilan etmişti.
Almanya yıllardan beri savaş planını, önce yıldırım harbi ile Fransa’yı ezmek ve ardından Rusya üzerine yürümek üzere hazırlamıştı. Bu planını gerçekleştirmek için Belçika’dan geçmesi gerekiyordu. Belçika geçiş izni vermeyince Almanya Belçika’ya savaş ilan etti. Belçika’nın tarafsızlığını garantilemiş ve esasen Fransa ile Rusya’nın müttefiki olan İngiltere de bu sırada Almanya ve Avusturya’ya savaş ilan etti.
Almanlar, Belçika’ya girdikten sonra hızla Fransa üzerine yürüdü. İlk anda çekilen Fransızlar Marne nehri üzerinde kuvvetli bir savunma hattı kurdular. Bu hattı yarmaya muvaffak olamayan Almanlar, Doğu cephesine dönüp Ruslar üzerine yürüdüler ve onları iki defa mağlub ettiler.
Avusturya ise, hiçbir başarı sağlayamadığı gibi, Ruslara da yenildi. Galiçya, Ruslar tarafından işgal edildi.
Denizlerde Almanya ile İngiltere arasında meydana gelen iki savaşın ilkini Almanlar, diğerini İngilizler kazandı. İngilizlerin denizlerdeki hakimiyeti kesindi.
Trablusgarp ve Balkan Savaşlarından yenik çıkan Osmanlı Devleti, bir taraftan ordu ve donanmasını ıslaha çalışırken, bir taraftan da bloklara ayrılmış Avrupa’da, kendisini siyasi yalnızlıktan kurtarmak için birtakım ittifak teşebbüslerine girişti.
İtilaf Devletleri safına katılabilmek için yapılan teşebbüslerin netice vermemesi, Osmanlı Devletini Almanya’nın yanına itti. Neticede Vükela ve Meb’usan Meclislerinin haberi olmadan 2 Ağustos 1914’te Türk-Alman ittifakı imzalandı.
4 Ağustos 1914’te Dünya Savaşı patlak verince, Türk-Alman ittifakını bilmeyen İtilaf devletleri, Osmanlı Devletinin tarafsızlığını sağlamak için gayret sarf ettiler. Zaten Osmanlı Devleti ittifaka rağmen hemen savaşa girmek niyetinde değildi ve tarafsızlığını ilan etti. Ancak gelişen olaylar ve Almanya’nın çabaları savaşı kaçınılmaz hale getirdi.
İlk olay Alman savaş gemilerinin Akdeniz’de İngiliz savaş gemilerinin takibine uğramasından sonra Çanakkale’ye sığınmasıdır. Göben ve Breslav adındaki bu gemilerin tarafsız devlet olan Osmanlılar tarafından enterne edilmesi (silahların sökülmesi ve personelinin gözaltına alınması) gerekiyordu. Almanya bu işe şiddetle itiraz etti. Neticede bu gemilerin daha önce Almanlardan alındığı açıklanarak, Yavuz ve Midilli adları verildi. Bu hadiseden sonra Osmanlı Donanması, bu iki geminin komutanı olan Amiral Şuson komutasına verildi ki, bu hadise savaşa girmemizde önemli bir rol oynadı.
Almanya, Kafkaslardaki Rus kuvvetlerinin bir kısmını üzerinden atabilmek için Osmanlı Devletinin bir an önce savaşa girmesini istiyordu. Osmanlı Devleti ise, seferberliğin henüz tamamlanmadığını ve devletin mali durumunun iyi olmadığını ileri sürerek bahane aradı. Zaten, Avrupa’da İngiltere ve Almanya’nın etraflarındaki müttefikleri ile giriştikleri dünya hakimiyeti savaşının Türkiye ile yakından ilgisi görülmüyordu. Hele neticesi belli olmayan bir savaşa katılmanın doğru olamayacağı herkesce paylaşılıyordu. Bununla beraber özellikle Balkan Harbinin kötü hatıralarının silinmesi isteği de mevcuttu. Bu hisleri ayakta tutmaya çalışan ve Alman zaferinden emin olan başta Harbiye Nazırı Enver Paşa olmak üzere kabinenin bazı üyeleri devletin savaşa girmesini istiyorlardı. Neticede Enver Paşanın emri ile Amiral Şuson donanmayı alarak 29-30 Ekim 1914 gecesi Karadeniz’e çıktı ve Odesa ile Sivastopol gibi Rus limanlarını bombaladı. Bu hadiseden sonra İtilaf Devletleri Osmanlı Devletine savaş ilan ettiler.
Savaşın başında Dahiliye Nazırı Talat Paşa ile Harbiye Nazırı Enver Paşa her ne düşündülerse sabık hükümdar Sultan İkinci Abdülhamid Hanın bu mühim mesele hakkındaki malumatına, bilgi ve tecrübesine müracaat etmeyi uygun bulurlar ve bu maksatla İshak Paşayı Beylerbeyi Sarayına gönderirler. 30 yıl gibi uzun bir müddet Avrupa siyasetine hakim olmuş Abdülhamid Han, cevabında:
"Bu vaziyette artık benim verebileceğim bir fikir, tavsiye edebileceğim bir tedbir kalmamıştır. Zira bu zavallı devlet Harb-i Umumiye sürüklendiği gün münkariz olmuştur (yıkılmıştır). Sizi bana gönderenler, harbe girmeden önce göndermeliydiler. Dünyanın karalarına ve denizlerine hakim olan devletlerine karşı Almanya ve Avusturya ile birleşip ateşe atılmak, tarihin ender kaydettiği hatalardandır." demekten kendini alamamıştır.
Herhalde bu konuşmasından tatmin olmayan Enver Paşayı da Beylerbeyi Sarayına davet ederek nasihatlerde bulunmuş ve şöyle demiştir:
"33 senelik saltanatımda ferdin hürriyetine taraftardım. Lakin gelişigüzel bir hürriyet ve serbestiyi hiçbir zaman istemedim. Meşrutiyeti ben ilan ettim. Ama mebuslarımızın kifayetsizliğini görünce kapattım. Meclis-i Mebusanın 93’te verdiği kararın bize neye mal olduğunu bilirsiniz. Balkanları kaybettik. İstanbul’a gelen Ruslar ile şerefsiz bir anlaşma imzalamaya mecbur olduk. Anlaşma imza ederken Saffet Paşanın ağladığını işitince ben de ağladım. Ama gözyaşı dertlere deva olmuyor. Şimdi siz de acele bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. İnşaallah hayırlı ve şerefli olur. Fakat Allah göstermesin, ya felaketle biterse... İster misin, bu da Anadolu’nun kaybına mal olsun... Her devirde devletin düşmanı olmuştur. Siz de bu düşmanlarla işin iç yüzünü bilmeden birleştiniz. Hareket Ordusu ile İstanbul’a geldiniz. İktidarı ele aldınız. İstediğiniz makama geçtiniz. Yapmak istediklerinizi niye yapmıyorsunuz? Bunlara güvenme oğlum, insanı bugün alkışlayanlar, yarın onun aleyhine dönüp parçalamasını da bilirler. Dikkatli ol..."
Ne var ki, büyük hayaller peşinde koşan Enver Paşa, bu çok mühim nasihatlere kulak asmamış, bildiği yolda yürümüştür.
Gerek Almanya ve gerekse Osmanlı Devleti, savaşa katılırken, Rusya ile İngiltere’de bulunan Müslümanları ayaklandırmanın bu iki devlete gaile çıkaracaklarını ümid etmişlerdi. Ancak çeşitli sebepler neticesinde, beklenen ayaklanma gerçekleşmemiştir.
İtilaf Devletleri ile İttifak Devletlerinin karşılıklı savaş ilan etmeleri neticesinde cepheler teşekkül etmiştir.
1 Kasım 1914’te Rusların Doğu Bayezid’den sınırımıza tecavüz etmeleri ile Kafkas Cephesi açıldı. Ruslar ilk iki muharebede mağlub edildi ise de, takib edilip atılamadı. "Dondurucu kışta taarruz doğru olmaz. İlkbahara tehir edelim." tavsiyelerine ehemmiyet vermeyen Enver Paşanın bizzat idare ettiği Sarıkamış Harekatında dondurucu kışın da etkisi ile en değerli birliklerimiz perişan oldu ve 90.000 şehit verildi. Ruslar 1915’e kadar Van, Muş, Bitlis; 1916’dan sonra Erzurum, Erzincan, Trabzon, Bayburt, Gümüşhane’yi zaptederek Şarki Anadolu’yu ellerine geçirdiler.
12 Mart 1917 Bolşevik İhtilali ile Çarlık yıkılınca, Ruslar Brest-Litovsk Muahedesi ile 1914’ten sonra aldıkları yerleri iade ettikleri gibi Batum, Kars ve Ardahan’ı da geri verdiler.
1 Kasım 1914’te İngilizlerin Süveyş’te Akabe’yi bombardıman etmeleri ile Filistin-Suriye Cephesi açıldı. Cemal Paşa serdarlığında 1915’te yapılan kanal geçme teşebbüsü iki defa başarısızlıkla neticelendi ve ordumuz Gazze’ye çekildi. 1917’de meydana gelen üç Gazze Savaşının ikisini ordularımız kazandı ise de, üçüncüsünde Siyonizmin ve İngiliz altınlarına aldanan Arapların ihaneti neticesinde mağlub olduk. 1918 Nablus Meydan Muharebesinde de aynı ihanetle karşılaşarak yenildik. Bu defa Suriye, Filistin, Şam, Haleb ve Beyrut elimizden çıktı.
İngilizlerin 1 Kasım 1914’te Basra Körfezine asker çıkarmaları ile Irak Cephesi kurulmuştur. Kumandanlığına tayin edilen Süleyman Askeri Bey, İngilizlere mağlub oldu ve civar yerler İngilizlerin eline geçti. Albay Halil Bey, Küt Zaferini kazandı ise de, ne yazık ki bu zaferden istifade edilemedi. İngilizlerin bu havalideki askerleri tamamen temizlenmeden, bir İran seferine girişilerek, kuvvetler dağıtıldı. Bundan istifade eden düşman, takviye kuvvetleri alarak 11 Mart 1917’de mukavemet görmeden Bağdat'ı ele geçirdi. Bağdat’ın düşüşü ile Irak bölgesi de elimizden çıktı.
Birinci Dünya Savaşı esnasında Çanakkale’de çok mühim savaşlar oldu. Göben ve Breslav gemilerinin Osmanlılara sığınmasından sonra Çanakkale üzerine tazyik başladı. Muharebeler ise 1915’ten sonra oldu. Çanakkale’de meydana gelen savaşlar şehamet destanları ile doludur. Kirte Muharebeleri, Zığındere ve Anafartalar muharebesi, Kocaçimen, Conkbayırı, Kanlısırt, Kirtetepe, Kanlıtepe, Aslantepe muharebeleri Türk kuvvetlerinin zaferi ile neticelenmiş, muvaffak olamayacağını anlayan düşmanlar, bize belli etmeden gizlice çekilmeye başlamışlardır ve 1916 Ocakında tamamen çekilip gitmişlerdir.
Türk milletinin tarihinde ayrı bir önem taşıyan ve 9 aya yakın süren Çanakkale Muharebelerinde 250.000 civarında şehid verilmiş, yeni yetişen bir nesil burada erimiştir. Neticede Türk cesareti İngiliz soğukkanlılığını, Türk azmi İngiliz inadını ve Türk vatanseverliği İngiliz gururunu yenmiş, şanlı tarihimize “Çanakkale geçilmez” ibaresini yazdırmıştır.
Denizlerde de savaşlar olmuş ve Yavuz ve Midilli gemilerimizin Rus sahillerini bombardıman etmelerinden sonra Ruslar da Trabzon’u bombalamışlardır. İngilizler Gazze ve İskenderun limanlarını, donanmamız Batum’u bombardıman etti. Kanal’da, Gazze’de, Suriye ve Çanakkale muharebelerinde İngilizler tayyareden de istifade ettiler.
1917’de Rusya’nın savaştan çekilmesi ile boşalan yeri Amerika doldurdu ki, bu durum Merkezi Kuvvetlerin aleyhine oldu. Bu tarihte bütün devletlerde bir yorgunluk ve bıkkınlık başgösterdi. Rusya’nın savaştan çekilmesiyle imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması ile Osmanlı Devleti, doğudaki topraklarını istiladan kurtardığı gibi, Kafkasya’daki isyanları fırsat bilerek Bakü’yü ele geçirmeye kalkıştı. Ancak 1917 Haziranında Yunanistan’ın İtilaf Devletleri safında savaşa girmesi ve ayrıca 1918 yazı sonlarına doğru İtilaf Devletlerinin bütün cephelerde umumi bir taarruza geçmeleri, Merkezi Devletlerin sonunu getirdi.
1918 Eylülünde, Makedonya cephesinde, Fransız taarruzu neticesinde Bulgarlar yenilince, mütareke istediler. Bulgarların savaştan çekilmesiyle Almanya yolu kesilmiş, daha önemlisi, İstanbul Trakya yönünden bir saldırıya açık duruma gelmişti. Bu sırada sayısı dokuza çıkan Türk orduları hayli uzaklarda savaşıyor, hatta Bakü’de bulunuyordu. Gerek bu durum, gerekse Suriye cephesindeki yenilgi, yıllardır "zafer" vaadiyle aldatılan millete İttihat ve Terakkinin siyasetinin başarısızlığını gösterdi. Savaşa devam etmekte hiçbir fayda yoktu. 1918 Martında Sadrazam olan Talat Paşa, mütarekeyi imzalayarak bir hükümetin kurulmasına imkan vermek için 7 Ekim 1918’de istifa etti. Hükümeti daha çok İtilaf fırkası mensupları ile Ahmed İzzet Paşa kurdu. Bu sırada, dört yıldır Anadolu Türk erkeklerini yutan ve tarla bahçe işlerini ihtiyar ile kadınlara bırakan Birinci Cihan Savaşından yılarak, mütareke istedik. Bağdat-Kerkük arasındaki Kut el-Amare’de Osmanlılarca esir alınan ve Büyükada’daki kampta bulundurulan İngiliz Generali Townshend (Tavnşend) aracılığı ile Londra’ya başvuran Ahmed İzzet Paşa hükumeti, Bozcaada yanında Limni Adasındaki Mondros limanında demirleyen İngiliz Akdeniz donanması amirallik gemisi Agamemnon zırhlısı içinde, bize dikte ettirilen mütareke şartlarını 30 Ekim 1918 günü imzalamak mecburiyetinde kaldı. Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’un ünlü 14 maddelik prensiplerini İngiltere ve Fransa kabul etmişlerdi. Bu Wilson prensiplerinde; "Osmanlı İmparatorluğunun Türk olan bölgelerinde, itirazsız olarak Türklerin hakimiyeti sağlanacak ve bir bölgenin halkı, çoklukça hangi idareyi istiyorsa, o idareye tabi olacaktır.” hükümleri de vardı.
Bütün bunlara rağmen, İngilizler müttefikleri Fransızlara bile bildirmeden Akdeniz Başkumandanı Vis-Amiral Arthur Calhorpe (Kaltrop)’a Londra’dan telsizle bildirdikleri, 25 maddelik Mondros Mütarekesini bize dikte ettirerek ve Osmanlının hiçbir itirazına yer vermiyerek imzalattılar. Bu antlaşma, bütün Osmanlı tarihinde görülmemiş korkunç bir "esaret ve teslim oluş vesikası"dır. Bunu imza etmekle 30 Ekim 1918 günü, Osmanlı Devleti resmen çökmüş ve Türklüğün İstiklal Savaşı başlamış oluyordu.
Halkımızın seferberlik dediği, dört yıl süren Birinci Cihan Savaşında Türk ordusu, şu yedi cephede, şan ve şerefle çarpıştı: Kafkasya cephesinde Ruslarla, Karpatlardaki Galiçya’da Ruslarla, Makedonya’da Yunanistan ve Fransızlarla, Çanakkale’de İngiltere-Fransa-İtalya ve (Hintli Avustralyalı) sömürgeleri ile, Suriye-Filistin ve Irak cephelerinde Avustralya, Yeni Zelanda ve Hindistan dahil, İngiltere İmparatorluğu orduları ile. Bir halk türkümüzde bu savaş yılları için; “Yedi düvelin önünde Osmanlıydı ki, dayandı” denilmesi pek yerindedir.
İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika vs.) Birinci Dünya Savaşından kazançlı çıkarlarken, Merkezi Devletlerin (Almanya, Avusturya, Türkiye ve Bulgaristan) en değerli toprakları ellerinden alınmış, Osmanlı Devleti de imzalamış olduğu Mondros Mütarekesi ile yıkılmış ve tarihteki rolünü kurulacak yeni Türk Devleti’ne bırakmıştır.
İsra ve Mi'raç Mucizesi
İsra ve Mi'raç Mucizesi |
Resulullah Efendimiz (s.a.v.), Hicretten bir buçuk sene evvel Receb ayının yirmi yedinci gecesi Burak ile Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürüldükten sonra sahradan semaya(gök yüzüne) çıkartıldı.
Sema katlarının her birinde peygamberlerden biriyle görüştü. Nice melekler gördü. Cennet ve Cehennemi müşahade etti(seyretti).
Sidre-i Münteha’yı geçti, Allahü Teala’nın melekutundan bir çok acayibat gördü. Beş vakit namaz emri ile aynı gece geri döndü.
Sabahleyin mescide çıkıp Kureyş’e haber verdi. Şaşkınlık ve inkardan kimi el çırpıyor, kimi elini başına koyuyordu.İman etmiş olanlardan bazıları dinden döndüler.
İçlerinden bir kısmı Hz. Ebu Bekir’e(r.a.) Koştular; Ebu Bekr-i Sıddık; “Eğer O, bunu söylediyse şüphesiz doğrudur.” Dedi.
“O’nu buna karşıda mı tasdik ediyorsun?” Dediler. O’da “Ben O’nu bundan daha ötesinde -yani peygamberliğini- tasdik ediyorum!” Dedi. Bunun üzerine “Sıddik” diye isimlendirildi.
Kureyşlilerden Mescid-i Aksa’yı bilenler Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) Onunla alakalı sualler sordular, tarifini istediler. Allahü Tela Mescid-i Aksa’yı Resulullah’a gösterdi, ona bakıp tarif ediyordu. Müşrikler, “Tarifinde isabet etti, doğru söyledi.” Dediler.
Sonra da “Haydi bakalım, bizim kervanı haber ver. O, bizce daha mühimdir. Onlardan bir şeye rast geldin mi?” Dediler. Evet, “Filanların kervanına rast geldim. Revha’da idi. Bir deve yitirmişler, arıyorlardı. Yüklerinde bir su kırbası vardı. Susadım, onu alıp su içtim ve yine eskisi gibi yerine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım, kırbada suyu bulmuşlar mı?”buyurdu. “Bu da diğer bir delildir” dediler.
Sonra sayılarını, yüklerini, şekillerini sordular. Bu defa da Resulullah’a(s.a.v.) Kervan gösteriliverdi ve sorduklarının hepsini haber verdi; İçlerinde falan ve filan, önde karamtık beyaz bir deve üzerinde dikilmiş iki büyük çuval olduğu halde filan gün güneşin doğuşuyla beraber gelirler” buyurdu. “Bu da diğer bir delildir” dediler.
O gün hızla Seniyye’ye doğru çıktılar. Güneş ne zaman doğacak da O’nu yalancı çıkaracağız diye bakıyorlardı. Derken içlerinden birisi “Güneş doğdu” diye haykırdı. Diğer birisi de “İşte kervan geliyor, önünde karamtık beyaz deve ve içlerinde falan ve filan da var, tıpkı dediği gibi” dedi. Böyle iken yine iman etmediler de “Bu apaçık bir sihirdir.” Dediler.
Miraç hadisesinde peygamberimizin Mescid-i Haram(Mekke)’dan Mescid-i Aksa(Kudüs)’ya götürüldüğünü inkar edenler Kuran’da Allahü Teala’nın açıkca bildirdiği bir ayeti inkar etmiş ve küfre girmiş olurlar. Mescid-i Aksa’dan semalara yükseltildiğini inkar edenler ise dinden çıkmasalar da ehli bidat (dalalet fırkalarından) olurlar…
Suçluların Olay Yerlerinde Bıraktığı Delillere Bakılarak Psikolojisi ve Fiziki Özellikleri Tahmin Edilebilir mi? (Video)
İslâm âlimlerinin en büyüklerinden; SÂDEDDÎN TEFTÂZÂNÎ
İslâm âlimlerinin en büyüklerinden; SÂDEDDÎN TEFTÂZÂNÎ |
İslâm âlimlerinin en büyüklerinden. İsmi,Mes’ûd bin Ömer’dir. 1322 (H. 722) senesinde Horasan’da Nesâ civârındaki Teftâzân kasabasında doğdu. 1392 (H. 792)de Semerkant’ta vefât etti.
İlmini Kutbüddîn Râzî ve Adûdüddîn-i Îcî’den öğrendi. Tefsir, hadis, fıkıh ve akâid bilgilerinde zamânının en büyük âlimiydi. Yüzlerce talebe yetiştirmiştir.
Tîmûr Hanın hizmetinde bulunmuş ve bu Cihangir tarafından pekçok hürmet ve tâzime nâil olmuştu. Tîmûr Han ile birlikte seferlerde bulunmuş, nihâyet Tîmûr Han tarafından Semerkand’a gönderilmişti.
Teftâzânî’den evvel, Moğolların İslâm beldelerine saldırıp, istilâ ederek her tarafı yakıp yıkmaları, binlerce Müslümanı ve İslâm âlimini şehit etmeleri netîcesinde ilimde de bir duraklama olmuştu. Böylece İslâm medeniyetine bir ara verilmiş veİslâm memleketlerinde ilim ve âlim hemen hemen kalmamış gibiydi. Teftâzânî ilme dâir çalışmalarıyla, yetiştirdiği talebeleriyle ve yazdığı kıymetli eserlerle İslâm bilgilerinin unutulmasını, yok olmasını önlemiş ve böylece yeniden canlandırmıştır.
Tefsir, hadis, fıkıh, akâid ve diğer ilim dallarında çok kıymetli eserler yazmıştır. İlim ehli tarafından onun bu eserleri devâmlı okunmuş, incelenmiştir. Kitapları şerh, hâşiye (açıklama) denilen îzâhlarla dünyânın her tarafına yayılmıştır. Böylece ilimde yeniden âlimler yetişmiş ve kitaplar yazılmıştır. Bu sebeple Teftezânî ile İslâm âlimleri devri iki kısma ayrılıp, kendisinden evvel gelmiş olanlara, “Mütekaddimîn”, sonra gelenlere“Müteahhirîn” adı verilmiştir.
Bir ara Anadolu’yu ziyâret etmiş, Osmanlı âlimleriyle görüşmüş, aralarında ilmî çalışmalar ve incelemeler olmuş, o târihten îtibâren kitapları Osmanlı ilim müesseselerinde de okunmaya, Osmanlı âlimleri tarafından eserlerine şerh, hâşiye (açıklama ve îzâh)ler yapılmağa başlanmış, eserleri üzerinde çalışılmıştır.
Eserleri: Edebî ilimleri içine alan Telhîs kitabı üzerine yazdığı Mutavvel ve Muhtasar isimli şerhleri, Akâid-i Nesefi Şerhi, Sadrüş-Şerîa’nın Tenkîh kitabına şerhi olan Telvîh kitabı, kelâm ilminde yazdığı Mekâsıd kitabı ve buna yaptığı şerhi çok kıymetlidir. Tefsirde Keşfü’l Esrâr ve Keşşâf Hâşiyesi, hadiste Hadîs-i Erbaîn Şerhi, Nahivde İrşâd-ül-Hâdî, ayrıca Tehzîb-ül-Mantık vel-Kelâm, Serhü’ş-Şemsiyye, Şerhü’l-İzzî, Fetâvel-Hanefiyye, Sekkânî’nin Miftâh Şerhi, Şerhi Hudbet-il Hidâye’si ve daha birçok eserleri vardır. Keşfü’l-Esrâr tefsiri Farsçadır.
Buyururdu ki; “Likülli şey’in mâniun ve lil ilmi mevâniu.” (Her şey için bir mâni, ilim için birçok mâni vardır.)
Osmanlı'nın İlk Şeyhülislamı; Molla Fenari
Osmanlı'nın İlk Şeyhülislamı; Molla Fenari |
Osmanlı Devletinin ilk şeyhülislâmı. Adı Muhammed, lakabı Şemseddîn olup, babasının ismi Hamza’dır. 1350 (H. 751) senesi Safer ayında Fenâr köyünde dünyâya geldi. Bu köyde doğduğundan veya babasının fenercilik sanatıyla meşgûl olmasından fenârî nisbesiyle meşhûr oldu. Ömrünü dînine ve devletine hizmetle geçirip, 1431 (H.834) senesi Receb ayında Bursa’da vefât etti. Kabr-i şerîfi Bursa’da, Keşiş Dağı eteğindeki Maksem adı verilen semtte yaptırdığı mescidin yanındadır. Câminin yanında bir medresesi ve pekçok hayır eseri vardır.
Molla Fenârî, aklî ve naklî ilimlerde zamânın bir tânesiydi. Alâeddîn-i Esved’den, Cemâleddin Aksarâyî’den ve Mısır’da Ekmeleddîn-i Bâbertî’den ilim tahsîl etti. Babasından ve Somuncu Baba diye meşhûr, büyük evliyâ Şeyh Hamîdeddîn-i Kayserî’den de tasavvuf mârifetlerini elde etti. Din ilimleri yanında, fizik, matematik, astronomi ve diğer fen ilimlerinde de üstün bir dereceye yükseldi. Tahsîlini tamamladıktan sonra Anadolu’ya dönerek, Bursa’ya yerleşti.
Sultan Yıldırım Bâyezîd ve Çelebi Sultan Mehmed Han zamânında Bursa’da çok talebe okutup binlerce âlim yetşitirdi. Adı ve şöhreti her tarafa yayıldı. Sultanlar, kumandanlar ve büyük âlimler kendisine hürmet ve îtibâr gösterdiler. İlim ve irfân talep edenler, her taraftan koşarak gelip, onun derslerine devâm ettiler. Molla Fenârî rahmetullahi aleyh ders okutma yanında fetvâ işlerini ve Bursa Kâdılığını da yürüttü.
Molla Fenârî bir ara Bursa’dan Konya’ya gitti. Karaman Beyi ona çok ihsân ve iltifâtlarda bulundu. Ders okutması için ricâda bulundu. Bir müddet orada ders verip, Yâkûb-i Asfâr ve Yâkûb-i Esved gibi, ilimde yüksek derecelere ulaşan talebeler yetiştirdi.
Molla Fenârî 1419 (H. 822) yılında bir defâ Hicaz’a gidip hac yaptı. Hacdan dönerken Mısır Sultânı Melik Müeyyed, memleketinde kalarak ders vermesini ricâ etti. Bir müddet kalıp birçok ulemâ ve evliyâ ile sohbet, ilmî müzâkere ve fikir alış verişinde bulundu. Bu yolculuğu esnâsında Kudüs-i şerîfi ziyâret etti; daha sonra Çelebi Sultan Mehmed Hanın dâveti üzerine Bursa’ya geldi. Bu haccında Medîne-i münevveredeyken orada vefât eden büyük velî Şâh-ı Nakşibend’in halîfesi Muhammed Pârisâ’nın cenâze namazında bulundu.
Sultan İkinci Murâd Hanın iltifat ve teveccühlerine kavuştu. Sultan onu, müftîlik ve kâdılık makâmının en yüksek derecesi olan Şeyhülislâmlık vazîfesine tâyin etti. Pâdişâh’ın her hususta en has müşâviri oldu. Herkesin hürmet ve takdirini kazandı.
Molla Fenârî hazretleri Bursa’da ilim öğretme yanında kazzâzlık (ipekçilik) yaparak nafakasını temin etmeye çalıştı ve kazancı ile çok hayrât ve hasenâtta bulundu. Kale’de, Manastır Mahallesinde ve Debbağlar semtindeki mescitler yanında, Pınarbaşı’ndaki Dârülhadîs onun yaptırdığı eserlerdendir. Kudüs’te bir medrese satın alıp masraflarını Anadolu’da yaptığı vakıfların gelirinden karşılamıştır.
Molla Fenârî, Bursa’da inşâ ettirilen Ulu Câminin açılışında bulundu. Câminin açılışında ilk Cumâ hutbesini okuyan hocası Hamîdüddîn-i Kayserî’nin duâ ve iltifâtına kavuştu.
Molla Fenârî, İskendernâme’yi nazm eden Mevlânâ Ahmedî ve tıp ilminde Şifâ kitabının sâhibi tabîb Hacı Paşa ile birlikte Mısır’da Ekmeleddîn-i Bâbertî’nin huzûrunda ders arkadaşıydılar. Birgün evliyâdan birini ziyârete gitmişlerdi. O zât onlara bakıp, Mevlânâ Ahmedî’ye; “Sen vaktini şiire harcarsın.” Hacı Paşaya; “Sen ömrünü tıpta harcarsın.” Molla Fenârî’ye de; “Sen de ömrünü din yolunda harcar ilim ve takvâyı birlikte bulundurursun.” buyurdu. Gerçekten buyurduğu gibi oldu.
Molla Fenârî, Karaman beyinin kızı Gül Hâtunla evlenmiş olup, iki oğlu iki kızı olmuştur. İki oğlu da kendisi gibi âlim olarak yetişmişler, onlar da Bursa’da kâdılık yapmışlardır. Onun soyundan gelen Ali bin Yûsuf İstanbul-Aksaray’da Vatan Caddesindeki kiliseyi câmi yapmıştır. Îsâ Efendi câmiye çok vakıf yaptığından,Fenârî Îsâ Mescidi denilmiştir. Bu zât Bursa’da kâdı iken 1497 yılında vefât etmiştir. Ahfâdından (torunlarından) Muhyiddîn bin Muhammed Fenârî, Osmanlı Devletinin on üçüncü şeyhülislâmı olmuştur. O da Beykoz’a bağlı Dereseki köyünde ve Rumeli Hisârında birer mescit yaptırmış, 1547 yılında vefât etmiştir. Kabri Eyyüpsultan’dadır.
Büyük âlim Şemseddîn-i Fenârî’nin gözlerine ömrünün sonuna doğru perde gelip görmez oldu. Bir gece Peygamber efendimizi rüyâsında gördüğünde, Resûlullah efendimiz; “Tâhâ sûresini tefsir eyle.” buyurunca; “Yüksek huzûrunuzda Kur’ân-ı kerîm’i tefsir etmeye gücüm olmadığı gibi, gözüm de görmüyor.” diye cevap verdi. Peygamber efendimiz bir parça kumaşı gözlerinin üzerine koymuş, uyanınca Fenârî’nin gözleri açılmış ve kumaş parçasını gözlerinin üzerinde bulmuştu. Bu hâlin şükrünü yapabilmek için ikinci defâ çok yaşlı olmasına rağmen hacca gitti. Dönüşünde 1431 yılında vefât etti. Vefâtında çok mal, para ve on bin ciltten fazla, kıymetli kitap bırakmıştı.
Molla Fenârî hazretlerinin eserleri pekçok olup bunlardan bâzıları şunlardır:
1) Ayn-ül-Âyân: Fâtihâ sûresinin tefsiridir. 2) Füsûl-ül Bedâyî’ fî Usûl-is-Şerâyî’: Fıkıh usûlüne dâir olup, otuz senede tamamlanmıştır. 3) Îsâgûcî Şerhi: Mantık ilmine dâir çok kıymetli şerhtir. Bu mantık kitâbını; birgün sabahleyin başlamış güneş batarken bir günde bitirmiştir. Eser Osmanlı medreselerinde uzun zaman ders kitabı olarak okutulmuştur. 4) Enmûzec-ül-Ulûm: Yüze yakın ilme âit meseleleri ihtivâ eden ansiklopedik bir eserdir. Bu eser oğlu Muhammed Şâh tarafından şerhedilmiştir. 5) Ferâiz-i Sirâciyye Şerhi. 6) Şerh-i Mevâkıf üzerine Ta’lîkât. 7) Esâs-üt-Tasrîf. 8) Risâletün fî Menâkıb-iş-Şeyh Behâüddîn-i Nakşibend. 9) Şerhu Fevâid-il-Gıyâsiyye. 10) Şerh-ul-Misbâh. 11) Hâşiyetün alâ Şerhây-is-Seyyid ves-Sa’d lil Miftâh. 12) Uveysât-ül-Efkâr fî İhtiyâri ülil-Ebsâr: Aklî ilimlere dâir olup, fen ilimlerinde zor problemlerin çözüm şekillerine karşı îtirâzları inceler. 13) Mukaddimet-üs-Salât.
MOLLA CÂMÎ
MOLLA CÂMÎ |
Din ve fen bilgilerinde âlim, velî, şâir. İsmi, Abdurrahmân bin Nizâmeddîn Ahmed, lakabı Nûreddîn’dir. Câmî ve Mevlânâ nisbetleriyle meşhûr oldu. Anadolu’da Molla Câmî diye tanındı. 1414 (H.817) senesinde İran’ın Câm kasabasında doğdu. İmâm-ı Muhammed Şeybânî hazretlerinin neslindendir. Beş yaşında Muhammed Pârisâ hazretlerinin huzûruna götürülüp, teveccühüne mazhâr oldu.
İlim ve takvâ sâhibi olan babası Nizâmeddîn Ahmed, oğlunun ilim ehli olmasını istiyordu. Daha bülûğ çağına gelmeden onu Semerkand’daki Nizâmiyye Medresesine götürdü. Câmî, henüz küçük olmasına rağmen; zekâsı, meseleleri anlamaktaki fevkalâde kavrayışı ile dikkat çekti. Böylece hocaları ve arkadaşları üzerinde büyük bir tesir uyandırdı. Kısa zamanda okuması gereken kitapları bitirip, mezuniyet derecesine gelmiş talebelerin okuduğu kitapları okumaya başladı. Hocaları; “Semerkand, Semerkand olalıdan beri, Molla Câmî’den daha zekî ve kâbiliyetli bir kimse görmedi.” demekten kendilerini alamadılar. Burada Hâce Ali Semerkandî’nin, Şehâbüddîn Câcermî’nin ve Mevlânâ Cüneyd-i Usûlî’nin derslerine devâm etti. Din ilimlerinin yanında fen ilimlerine de ilgi duyan Molla Câmî, Uluğ Bey gibi bir ilim âşığı sultanın devrinde, hem de Semerkand’da ilim öğrenmeye çalışıyordu. Uluğ Beyin de hocası olan Kâdızâde Rûmî’nin matematik derslerine devâm etti. Herat’ta meşhûr astronomi âlimi Ali Kuşçu ile görüştü. Ali Kuşçu ona astronomi ilmiyle alâkalı, içinden çıkılması zor birkaç mesele sordu. Molla Câmî hepsini en ince ayrıntılarına kadar ayrı ayrı cevaplandırınca, Ali Kuşçu bu cevaplar karşısında hayran kaldı.
Kısa zamanda aklî ve naklî ilimleri tamamlayan Molla Câmî, Herat’taki meşhûr beş âlimden biri oldu.
Herat’ta Sâ’düddîn-i Kaşgârî’den tasavvuf ilmini öğrenen Molla Câmî, yüksek derecelere kavuştu. Bu hocası ile tanışmadan önce, onu rüyâsında görmüş, Sâdüddîn-i Kaşgârî rahmetullahi aleyh, rüyâsında kendisine; “Git kardeşim, bir dost bul ki, terki imkânsız olsun.” mısra’ını söylemişti. Bu işâreti alan Molla Câmî, Sâdüddîn-i Kaşgârî’nin sohbet ve derslerine devâm edip, feyz alarak kemâle geldi ve irşâdla (insanlara doğru yolu göstermekle) vazifelendirildi. Ayrıca Muhammed Pârisâ, Fahrüddîn Luristânî, Hâce Burhâneddîn Ebû Nasr Pârisâ, Şeyh Behâüddîn Ömer, Hâce Şemsüddîn Muhammed Kûsevî, Mevlânâ Şemsüddîn Muhammed Esed ve Ubeydullah-ı Ahrâr gibi büyük velîlerle görüşüp onlardan feyz aldı. 1469 senesinde Herat’ı alan Tîmûroğulları hükümdârlarından Hüseyin Baykara ve onun yakın arkadaşları olan Ali Şîr Nevâî ve Ahmed-i Süleyhî gibi ileri gelen zâtlarla dost oldu.
1472 senesinde Hicaz’a gitmek için yola çıkan Molla Câmî’ye, Bağdat’ta Akkoyunlu beylerinden Maksud Bey; hacdan dönerken Diyarbakır’da Mehmed Bey; Tebriz’de Yâkûb Bey fevkalâde hürmet ve ikrâmda bulundular. Geçtiği her şehrin âlimleri, onu karşılayarak, ziyâret edip, hayr duâsını aldılar. Bağdat’ta Eshâb-ı kirâm düşmanları ile yaptığı münâzaralarda dâimâ gâlip geldi. Fâtih Sultan Mehmed Han, Molla Câmî’nin Haleb’de bulunduğunu tahmin ettiği sırada, kendisini çok iyi tanıyan Hâce Atâullah-ı Kirmânî ile beş bin altın hediye gönderdi. Ancak Molla Câmî Haleb’den ayrıldığı için görüşemediler. Bu yolculuğu sırasında daha önce vefât etmiş büyüklerin kabirlerini ziyâret etti. Medîne-i münevvereye geldiği zaman, Peygamber efendimize olan muhabbetini dile getiren kasîdeler söyledi.
Molla Câmî, hacdan dönünce, Hüseyin Baykara’nın kendisine tahsîs ettiği bir medresede ders vermeye başladı. Bu arada Fâtih Sultan Mehmed Hanın arzusu üzerine İslâmî tâbir ve terimleri içine alan iki risâle yazıp, İstanbul’a gönderdi. Dâvet üzerine kendisi de yola çıktı. Konya’ya varıncaFâtih Sultan Mehmed Hanın vefât haberini duyup, geri döndü. Daha sonra, Sultan İkinci Bâyezîd Han tarafından İstanbul’a dâvet edildiyse de, gelmesi mümkün olmadı.
Molla Câmî, 1492 senesi Muharrem ayının on sekizine rastlayan Cumâ günü dostlarının okuduğu Kur’ân-ı kerîm’i dinledi ve son nefesinde Kelime-i şehâdet söyleyerek Herat’ta vefât etti. Cenâze namazında Hüseyin Baykara, Ali Şîr Nevâî ve bütün Heratlılar hazır bulundu. Hocası Sâdüddîn-i Kaşgârî’nin kabrinin yakınlarına defnedildi. Mübârek kabri ziyârete açıktır. Dünyânın dört bucağından gelen âşıkları, kendisini ziyâret ederek, mübârek rûhundan saçılan feyzlerden istifâde etmektedirler.
Molla Câmî’nin sohbetinde bulunanlar, gam ve kederlerini unuturlar, neş’e ve ferahlık duyarlardı. Halkın övmesine ve yermesine ehemmiyet vermezdi. Şöhretten kaçardı. İhtiyâcından fazla malını sadaka olarak muhtaçlara dağıtırdı.
Molla Câmî buyurdu ki: “Üç zümreye, üç şey çirkin düşer. Pâdişâhlara sertlik, âlimlere mal sevdâsı, zenginlere cimrilik.”
“Kötü kimse, başkalarının ayıplarını saymak isterken, kendini dile getirir.”
“Bir kimse bütün ilimleri kendinde toplasa, Allahü teâlânın rızâsına uygun hareket etmedikçe kurtulamaz.”
“Akıl dışında olan şeyler, keşif ve müşâhadeyle kalp gözü ile anlaşılır. Akıl bunları anlayamaz. Nitekim, his uzuvları da aklın anladığı şeyleri anlamıyor.”
“Huzur ve âfiyet, bir köşede oturmak değildir. Âfiyet nefsinden kurtulmaktır. Kurtul da ondan sonra dilersen bir köşede otur, dilersen halk içine karış!”
“Seven o kimselerdir ki, sevgilisinden ne kadar düşmanlık görse yine dostluğunu artırır. Sevgilisinden başına binlerce sitem taşı gelse, onlardan ancak aşk binâsını sağlamlaştırır.”
“Her kime şu beş seâdet verilmişse, tatlı yaşayışın dizgini onun eline bırakılmıştır: 1) Vücut sağlığı, 2) Güven, 3) Rızık genişliği, 4) Şefkatli ve vefâlı arkadaş, 5) Ferâgat duygusu.”
“Akıllılar, ölümle sona eren her nîmeti, nîmet olarak hesâba katmazlar. Ömür, ne kadar uzun olursa olsun ölüm yüz gösterince o uzunluğun ne faydası olur?Nîmetin değeri sonsuz olmasında ve yok olmak tehlikesinden uzak bulunmasındandır.”
Fars edebiyâtının en büyük şâirlerinden olan Molla Câmî, kendisinden sonra gelen birçok şâiri etkisi altına almıştır. ŞiirlerindeFarsça’yı çok ustaca, anlaşılır ve etkileyici bir şekilde kullanmıştır. Şiirlerinde Sâ’dî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hâfız gibi şâirlerin tesiri görülür. Manzum ve mensur yazılarında, dînî konular ve Allah aşkı çok güzel bir şekilde işlenmiştir. Gazel ve mesnevî türlerinde eserleri vardır. Eserlerinde, onun ilim öğrenmek arzusunun sonsuzluğu görülmektedir. Eserlerinin hemen hepsinde alçak gönüllülük, ferâgat ve îmân hâkimdir. Câmî’nin şiirleri, Fars lirik edebiyâtının en değerli örneklerinden sayılır. Yazdığı eserlere yemeğe tuz atma kâbilinden birçok mîzâhî fıkralar ve kıt’alar da karıştırmıştır. Bu mîzâhî çeşni onun derin fikirleriyle yüksek ifâdesini daha latîf ve çekici hâle getirmiştir.
Câmî, eserlerinde dâimâ şiirin ve şâirliğin mertebesinden bahsetmiştir. Kasîde ve gazellerini topladığı dîvânın baş tarafına gâyet güzel bir mukaddime yazmış, kendi hâllerini ve şâirlik vasfını nasıl kazandığını anlatmıştır. Bu mukaddimede; “Yüce Mevlâ, ilk yaratılışımda şiir istidâdını benim mayama karıştırmış, gönlümü tamâmiyle bu mesleğe bağlamış, Kendimi bu sanattan kurtarmaya bir türlü muvaffak olamadım.” demektedir.”
Molla Câmî’nin yüksek fazîlet ve kemâlinin bir cephesi de Arap dili ve edebiyâtında son derece derinleşmiş olmasıdır. Onun, tefsîr, lügat, târih, hadîs ve edebiyâttaki yüksek ilmi, Farsça eserlerinde bir olgunluk ve topluluk gösterdiği gibi, Arap edebiyâtı da ona parlak inciler ve renk renk mücevherler saçabilmesi için zengin bir hazîne olmuştur. Câmî, bugün bile değerini muhâfaza eden eserleriyle, Arap dili ve edebiyâtına hizmet eden birçok üstâdlardan daha ileri bir mertebeye yükselmiştir. Onun Arapça beyt ve mısralarıyla karışık mülemmâ gazelleri, Arab ve Fars dillerini birbiriyle karıştırmak husûsunda en güzel birer örnektir.
Bahâristan adlı eseriyle Fars edebiyatında tezkire yazmıştır. Bu yönüyle 16. asırdaki başta Ahdî ve Latîfi olmak üzere Osmanlı tezkirecilerine tesir etmiştir. Ayrıca, Fuzûlî ve Lâmiî Çelebi eserlerinden çok etkilenmiştir. Hüseyin Baykara’nın meclislerinde de bulunan Molla Câmî, muâsırı ve meclis arkadaşı Ali Şîr Nevâî ile birlikte içinden yetiştikleri toplulukların ilim ve irfan yönünden yetişmesine büyük hizmet etmişlerdir. O devir sünnî İran’ında, sonradan ortaya çıkacak bozuklukları önceden sezerek Ali Şîr Türkçe; Câmî de Farsça eserler vererek, gerçek gâyede İslâmiyete hizmetten geri kalmamışlar ve mensup oldukları cemiyetleri bu yönleriyle aydınlatmaya çalışmışlardır. Nitekim hemen sonra İran’da, dedelerinin sünnî olmasına rağmen Şah İsmâil’le birlikte ortaya çıkan şiîlik, devletin resmî mezhebi olmuş ve İslâm inanç birliği yanında Türk inanç birliği de bu hükümdarla parçalanmıştır. Câmî bu sebeple sanatını doğru yol için vâsıta kılmıştır.
Arap diline ve edebiyâtına büyük ilgi duyan Câmî, bu dilde birçok eser yazdı. Oğlu Ziyâüddîn Yûsuf için yazdığı El-Fevâid-üd-Diyâiyye fî Şerh-il-Kâfiye adlı Arapça gramer kitabı, Müslüman Türkler arasında Molla Câmî adıyla çok tanınmış ve medreselerde asırlarca ders kitabı olarak okutulmuştur.
Molla Câmî’nin manzûm ve mensûr pekçok eseri vardır. Bunlardan bâzıları:
1) Nefehât-ül-Üns min Hadarât-il-Kuds: Bu eserini, Abdullah-ı Ensârî’nin Tabakât-ı Sûfiyye adlı kitabına ilâveler yapmak sûretiyle meydana getirmiştir. Farsça olan eserde, altı yüz dört velînin hayâtı ve menkıbeleri anlatılmaktadır.
2) Şevâhid-ün-Nübüvve: Siyere dâir bir eserdir. Peygamberimizin hayâtını ve mûcizelerini uzun anlatmaktadır. Peygamberlik Mûcizeleri adıyla günümüz Türkçesine çevrilmiştir.
3) Levâih: Tasavvufî bir eserdir. 4) Fâtihât-üs-Sebâb (Dîvân). 5) Vâsıtat-ül-Ikd (Dîvân). 6) Hatîmet-ül-Hayât (Dîvân). 7) Bahâristân. 8) Heft Evrenk adı altında topladığı yedi mesnevîsi. 9) Mir’at-ül-Akâid.
Bunlardan başka meşhur şâir İbn-i Fârid’in tasavvufî kasîdesini şerh etmiştir. Vahdet-i vücûd hakkındaki kendi rubâîlerinin şerhini de yapmıştır. Ayrıca, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’sinden bâzı beytleri de şerh etmiştir.
Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Mir’ât-ül-Akâid isimli manzûm eserini mesnevî vezninde yazmıştır.
Mahpeyker Sultan
Mahpeyker Sultan |
Sultan Birinci Ahmed Hanın zevcesi, Sultan Dördüncü Murâd ile Sultan İbrâhim Hanın anneleri. Kösem Sultan da denen Mahpeyker Sultan, 1592’de doğdu. Sultan Birinci Ahmed’le evlenen Mahpeyker Sultanın, Şehzâde Murâd, Şehzâde Kâsım, Şehzâde İbrâhim adlı oğulları ile Fatma Sultan isimli bir kızı oldu. Sultan Birinci Ahmed’in genç yaşta ölmesi ile yirmi yedi yaşında dul kaldı. Sultan Dördüncü Murâd’ın tahta geçmesi ile Vâlide Sultan oldu. Zekâsı, kâbiliyeti, devlet işlerindeki ince anlayışı ile iki oğluna da yardım etti. Otuz sene devletin idâresinde başarılı hizmetleri görüldü.
Aklı ve zekâsı, güzelliği, hayrat ve hasenâtı ile meşhûr sâlihâ, afife (temiz) bir hanım idi. Bâzı târih kitaplarında katı yüreklilikle ithâm olunmakta ise de, bıraktığı eserler onun dindar, cömert ve iyiliksever olduğunu göstermektedir.
Çok şefkatli olan Mahpeyker Sultan, çevresindeki fakirlere bir daha kimseye muhtaç kalmayacakları şekilde yardım ederdi. O, bu davranışı ile pekçok kimsenin kalbini fethetmişti. Mahpeyker Vâlide Sultan, her sene Receb ayında, kıyâfet değiştirip, araba ile hapishânelere gider, borç yüzünden hapse düşenleri, borçlarını ödemek sûretiyle hapisten kurtarırdı. Kâtiller hâriç, bütün mahkumlara yardım elini uzatırdı. Hizmetindeki câriyeleri, eğitip terbiye ettikten sonra, serbest bırakıp, her birine kâbiliyetine göre çeyizler, bir miktar mücevher ile birkaç kese de para verir ve uygun gördüğü kimselerle evlendirirdi. Yetim ve kimsesiz kızları araştırır, çeyizlerini düzerek evlendirirdi.
Mahpeyker Sultanın yaptırdığı hayır eserlerinin başında Üsküdar’daki Çinili Câmii gelmektedir. Câminin yanında ayrıca mektep, çeşme, dârülhadîs, çifte hamam ve sebil inşâ ettirmiştir. Boğaziçi’nde Anadolu Kavağı, Yavuz Selim civârında (Çarşamba’da) Vâlide Medresesi Mescidi ile büyük sanâyi ve ticâret yeri olan Çakmakçılar Yokuşunda büyük Vâlide Hanı ile içindeki mescidi yaptırdı.
Rumelide milyonlar değerinde vakıfları ve hayrâtı vardır. Yeni Câminin temeli de Mahpeyker Sultan tarafından atılmıştır. Ayrıca her sene Mekke-i mükerreme ile Medîne-i münevveredeki fakirlere, sürre alayı ile gönderilmek üzere, vakıflarda bulunmuştur. Mahpeyker Vâlide Sultan, 1651 târihinde çıkan bir isyân sırasında Topkapı Sarayı’ndaki âsiler tarafından şehîd edildi. Zevci Sultan Ahmed Hanın Sultanahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi.
MAHMÛD YESÂRÎ
MAHMÛD YESÂRÎ |
Yirminci yüzyıl romancısı ve piyes yazarı. 1895’te İstanbul’da doğdu. Mahmûd Yesârî’nin soyadı, büyük dedelerinden gelmektedir. On sekizinci asrın son yarısında şöhret bulmuş hattatlarımızdan Mehmed Esat Efendi, sol eliyle yazdığından dolayı Yesârî lakabıyla anılırdı. Âilesi de bu nâmı muhafâza etti. Tâlik yazıda üstat olup, şiirleri de vardı. Osmanlı Sultanı Üçüncü Mustafa Han, bu zâtı sarayına almıştı.
Mahmûd Yesârî, İstanbul Lisesini bitirdi. Güzel Sanatlar Akademisinde okudu. Bu sırada Birinci Cihan Harbi çıktı. Bunun üzerine askere alındı. Dönüşünde Diken Dergisi’nde karikatürist olarak gazeteciliğe başladı. Sonra Kelebek adlı edebiyat ve mizah dergisini çıkardı. Piyesler yazmaya başladı. Daha sonra roman ve hikâyeler yazdı. Bunlarda hayattan alınmış sahneler çoktur. Romanları daha romantiktir. Tiyatro sâhasına trajedi yazmakla girdi, sonra komediye yöneldi. İlk romanının adı Namus’tur. Piyeslerinden ekserisi, Darülbedâyî tarafından temsil edilmiştir. Gazetelerde, piyeslere ve temsillere âit tenkitleri çıkmış, birçok fıkraları yayınlanmıştır. Anlaşılan bir dili ve usta bir anlatımı vardır. Hayâtının sonuna kadar çeşitli dergi ve gazetelerde yazı hayâtını sürdürdü. 1945’te tedâvî gördüğü Yakacık Sanatoryumunda öldü.
Eserleri: Çoban Yıldızı (roman, 1925), Çulluk (roman, 1927), Pervin Abla (roman, 1927), Kırlangıçlar (roman, 1930), Su Sinekleri (roman, 1932), Bahçemde Bir Gül Açtı (roman, 1932), Tipi Dindi (roman, 1933), Yakut Yüzük (roman, 1937), Yakacık Mektupları (hikâyeler, 1938), Bağrı Yanık Ömer, Geceleyin Sokaklar. Piyesleri: Tablo, Asrî Hülyalar, Bekir’in Rüyası, Ayrı Oda, Çürük Merdiven, Sancağın Şerefi, Sürtük, Telli Turna, Hanife Hanım Hizmetçi Arıyor, Serseri ve daha pekçok hikâye, elliden fazla piyes ve yirmi beş roman yazdı.
Leonardo Da Vinci
Leonardo Da Vinci |
İtalyan sanatçısı ve ilim adamı. İslâm âlimlerinin batıyı etkisi altına almasından ve Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul’u fethinden sonra, teknikte ve dinde yenilikler yapmak zorunda kalan Avrupa’da yetişen ve teknikte yenilik olan Rönesansın büyük şahsiyetlerinden biridir.
Leonardo, 15 Nisan 1452 senesinde Vinci’nin Tuscan kasabasında dünyâya geldi. Gençliğinde Floransa’da, Verrocchio’dan resim ve heykelcilik dersleri aldı. 1478 senesinde bir galeri açarak perspektif resim üzerinde çalışmaya başladı. 1482 ile 1499 seneleri arasında Milano’da sarayda askerî mühendis, mimar, ressam ve heykeltraş olarak çalıştı. Burada çizdiği Son Akşam Yemeği adlı tabloda simetri ve hareket açıkça görülür. 1506 senesinde çizdiği Mona Lisa tablosu, eserlerinin en kıymetlilerindendir. Işık ve gölge oyunları ile resimlere canlılık kazandırıyordu.
Leonardo’nun eserlerinden çoğu yarım kalmış veya tahrib olmuştur. Birçok projeleri, matematik hesapları, kendi el yazısı ile not defteri şeklinde mevcuttur. Bu defterde yapmış olduğu çalışmalar oldukça dikkat çekicidir. Mîmârî olarak çizdiği Milan Katedrali ile İkinci Bâyezid Hanın isteği ile hazırladığı Boğaz Köprüsü plânı en önemlileridir. Ayrıca şehircilik plânlarında, kanalizasyon, yollar, merdivenler daha birçok teferruat resimlenmiştir. Askerî alanda yaptığı çalışmalar arasında seyyar köprüler, seyyar toplar, savaş gemileri, zırhlı arabalar, tanklar ve balistik eğik atış hesapları gelir. Bütün bunlar tatbik safhasına geçilmemiş teknik resimlerdi.
Leonardo’nun biyoloji, matematik, optik, jeoloji üzerine de çalışmaları vardır. Teneffüs, hazm ve üreme organları ile kan deverânı, doğum hâdisesi, not defterinde yer almaktadır. Işığın ve sesin suya atılan taştan yayılan dalgalar şeklinde olduğunu yazmıştır. Yazıyı sağdan sola doğru yazarak kullanmıştır. Jeoloji ilminde, dünyâ yer kabuğunun, suların karaları ayırması ile meydana geldiğini, başa dökülen suyun saçları ayırmasına benzetmiştir. Leonardo, tabiatı inceleyip aklı kullanarak gördüklerini resimlemiştir.
1506 yılında Fransa KralıOnikinci Louis’in ressamı olarak çalışmaya başlayan Leonardo’ya bundan on sene sonra bir şato verilmişti. Hayâtının son yıllarını burada geçiren ressam 1519 yılında öldü.
Tam Yetmiş Bin İcazet Verdi; Fahrettin-i Razi
Tam Yetmiş Bin İcazet Verdi; Fahrettin-i Razi |
Horasan’da yetişmiş, meşhur din ve fen âlimi. İsmi, Muhammed bin Ömer bin Hüseyin bin Hüseyin bin Ali et-Teymî el-Bekrî’dir. Künyesi Ebû Abdullah ve Ebü’l-Me’âlî, lakabı Fahrüddîn’dir. Allâme, Şeyhülislâm ve Fahr-i Râzî denilmiş, İbn-i Hatîb-ir-Rey (Rey Hatîbi’nin oğlu) diye tanınmıştır. Soyu Kureyş Kabîlesine ulaşır. Aslen Taberistanlıdır. 1149 (H.544) senesinde Rey şehrinde doğdu. 1209 (H.606) senesinde Herat’ta vefât etti.
Fahrüddîn-i Râzî, önce büyük bir âlim olan babası Ziyâüddîn Ömer’den ders aldı. Babası, Muhyissünne Muhammed Begavî’nin talebelerindendi. Râzî fen ilimlerini Necd-i Cîlî’den, fıkıh ilmini Kemâl Simnânî’den öğrendi. Bunlardan başka asrının büyük âlimleriyle görüştü ve onlardan ilim öğrendi. Şeyh Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin sohbetinde bulunmak sûretiyle tasavvufta olgunlaştı.
Tahsilini bitirip, ilimde yüksek derecelere kavuştuktan sonra, bâzı seyâhatler yaptı. Harezm’de bozuk îtikâd sâhibi Mûtezileye mensup kimselerle münâzaralarda bulundu. Daha sonra Mâverâünnehr’e gitti. Buradan memleketine dönen Fahrüddîn-i Râzî, daha sonra Gazne’ye, oradan da Horasan’a gitti. İlimdeki yüksekliği sebebiyle, Sultân-ı Kebîr Alâüddîn Muhammed Harezmşâh’ın sevgi ve saygısını kazandı. Sultan sık sık onun ziyâretine giderdi. Bir müddet Herat’ta kalan Fahrüddîn-i Râzî, bozuk bir inanca sâhib olan Kerrâmiyye mensuplarının îtikatlarının yanlış olduğunu delilleriyle ispatladı.
Fahreddîn-i Râzî, yalnız Arabî ilimlerde değil, zamânın bütün ilimlerinde mütehassıs idi. Bu yüzden gittiği her yerde sultanların iltifâtını kazandı. Sultan Gıyâseddîn Gûrî onun için, Herat’ta bir medrese yaptırdı. Kerrâmiyye îtikâdında olan halk, sultânın ona olan iltifâtlarını çekemeyip fitneye sebeb olduklarından, buradan da ayrılmak zorunda kaldı ve gittiği her yerde ilimle meşgûl oldu. İlim ve irfâna susayanlar, âlimler, gittiği her yere peşinden gittiler.
Pekçok âlim yetiştiren Fahrüddîn-i Râzî 1209 (H.606) senesinde Heret’ta vefât etti.
Fahrüddîn-i Râzî hazretleri; tefsir, fıkıh, kelâm ve usûl-i fıkıh gibi dînî ilimlerde çok derin bir âlim olduğu gibi, edebî ilimler, matematik, kimyâ, astronomi, tıb gibi zamânın fen ilimlerinde de söz sâhibiydi. O zaman İslâm âleminde ortaya çıkan bid’atleri, yanlış îtikâd sâhiplerinin ve filozofların bozuk düşüncelerini en ince teferruâtına kadar araştırarak, onların bozuk ve yanlış olduğunu delilleriyle ispat etmiş, Müslümanları onların sapık ve yanlış sözlerine aldanmaktan kurtarmıştır.
Fahrüddîn-i Râzî de, İmâm- Gazâlî ve İmâm-ı Beydâvî gibi Ehl-i sünnet îtikâtında, yâni Eshâb-ı kirâmın ve onların talebelerinin yolundaydı. Bunların zamânında türeyen bid’at fırkaları ilm-i kelâma felsefeyi karıştırdılar. Hattâ, îmânlarının esâsını felsefe üzerine kurdular. Bu üç imâm, bozuk fırkalara karşı Ehl-i sünnet îtikâdını müdâfaa ederken ve onların sapık fikirlerini çürütürken, felsefecilere de geniş cevaplar verdiler. Onların bu cevapları, Ehl-i sünnet mezhebine felsefeyi karıştırmak olmayıp, kelâm ilmini, kendisine karıştırılmak istenen felsefî düşüncelerden temizlemektir.
Din ilimlerindeki otoritesi yanında, fen ilimlerinde özellikle fizik ve tabîat ilimleri sâhasında asrının bir tânesiydi. Bu ilim dallarının gelişmesinde büyük katkıları oldu. Fiziğin temel konularından olan hareket, sürat, zaman-mekân ve enerji konularını derinlemesine araştırdı. Aralarında sıkı münâsebet bulunduğunu belirtti. Kuvvetin, şiddet ve süre îtibârıyla arz ettiği farklılıkları gösterdi. Ağır bir cismin uzayda durabilmesi için kendi ağırlığına eşit bir kuvvete muhtac olduğunu ve bu kuvvet devâm ettiği sürece cismin uzayda durabileceğini delîllendirdi. Mekaniğin temellerinden olan birinci ve üçüncü hareket kânunlarını da, gâyet açık ve esaslı bir şekilde ortaya koydu. Ayrıca, ışık ve ses konularını da inceledi. Görme olayının ışık vâsıtasıyla gözde teşekkül ettiğini, renklerin de ışık sebebiyle meydana geldiklerini ve ışıksız cisimlerde herhangi bir rengin mevcud olamayacağını söyledi. Ona göre suda dalgalanma olduğu gibi, havada da dalgalanma meydana gelmekte; bundan da ses ortaya çıkmaktadır.
Eserleri: Fahrüddîn-i Râzî, din ve fen ilimlerine dâir pekçok eser yazdı.
Tefsire dâir eserlerinden bâzıları:
1) Tefsîr-ul-Kebîr, on cildlik bir eserdir. Mefâtih-ül-Gayb ismiyle de bilinir. 2) Tefsîru Sûret-il-Fâtihâ.
Fıkıh ilmine dâir eserlerinden bâzıları:
1) El-Muhassal fî Usûl-il-Fıkh, 2) El-Me’âlim fî Usûl-il-Fıkh, 3) El-Muhtehab-ül-Mahsûl fî Usûl-il-Fıkh, 4) İhkâm-ul-Ahkâm
Kelâm ve akâide âit eserlerinden bâzıları:
1) Ez-Zübde fî İlm-il-Kelâm, 2) El-Me’âlim fî Usûl-id-Dîn, 3) İrşâd-ün-Nüzzâr ilâ Letâif-il-Esrâr, 4) El-Cebru vel Kader, 5) İsmet-ül-Enbiyâ, 6) Risâlet-ül-Me’ad, 7) Hudûs-ul-Âlem, 8) Esâs-üt-Takdîs, 9) Risâletün fin-Nübüvvet.
Fizik, hikmet, mantık, ahlâk ve psikolojiye dâir eserlerinden bâzıları:
1) El-Mebâhis-ül-Meşrikiyye fî İlm-it-Tabiiyyet vel-İlâhiyyât, 2) Lübâb-ül-İşârât, 3) Ta’ciz-ül-Felâsife, 4) El-Mantık-ül-Kebîr, 5- El-Âyât-ül-Beyyinât fil-Mantık, 6) Risâletün fî Ziyâret-il-Kubûr.
Cedel ilmine dâir eserlerinden bâzıları:
1) El-Cedel, 2) Et-Tarîkat-ül-Alâiyye fil-Hilâf.
Arap dili, lügat ve edebiyâtı ile ilgili eserlerinden bâzıları:
1) Şerhu Nehc-il-Belâga, 2) Şerhu Şakt-iz-Zend li-Ebi’l-A’lâ el-Me’arrî, 3) Nihâyet-ül-Îcâz fî Dirâyet-il-Îcâz, 4) El-Mevrid fî Hakâyık-ın-Nahv.
Matematik, astronomi ve tıb ilmine dâir eserlerinden bâzıları:
1) Kitâbun fil-Hendese, 2) Risâle fî İlm-il-Felek, 3) Kitâb-ut-Tıbb-il-Kebîr, 4) Et-Teşrih Miner-Re’sî ilel-Halk, 5) El-Eşribe.
Polis, Necip Fazıl Kısakürek'i Kumarhanede Yakalamıştı...
Polis, Necip Fazıl Kısakürek'i Kumarhanede Yakalamıştı... |
"Osman! Canım, sevgilim! Tut beni, düşüyorum, dünya nohut tanesi kadar oldu Osman! Düşüyorum, bırakma beni!" diye bağırıyordu Necip Fazıl, Hapishane arkadaşı Osman Yüksel Serdengeçti'nin kucağına ağlaya ağlaya atlarken..
Ama mahkumlar şaşkın değillerdi...
Zira "üstad" ı bu tip krizler çok sık tutuyordu...
*******
"Beni rüyanda gördün mü?" veya "Üstadını bu gece rüyanda gördün mü?" diye her sabah, her karşısına çıkan mahkuma sormak Necip Fazıl'ın günlük krizlerinden biriydi...
Bir gün, bu hallerden bunalan bir Mahkum dalga geçmek için, sinirle; "Gördüm üstad gördüm, bir lağım çukurunun içinde ağzına kadar pisliğin içindeydin" deyince, Necip Fazıl, "Üstadınızın üstünlüğünü, gerçek derecesini görmek isteyenler bu arkadaşa sorsunlar" diye bağıra bağıra koridorda koşuşturmuştu...
*******
"Bu gün bayrak yarıya indirilmiş. Bu gösteriyor ki, bu gün yarın darbe olacak ve genel af çıkacak. Böylece biz de hapishaneden çıkacağız"
"Kriz entellektüel geçiriyorum"
N.F. Kısakürek
(Şahitlerin anlattığına göre, ne bayrak yarıdaydı ne darbe oldu ne de af çıktı)
*******
Necip Fazıl'ın sonradan filmi yapılmış Reis Bey isimli bir eseri vardır ki, etkisinde kalan kişinin bir daha kararlı biri olabilmesi imkansız gibidir.. Tam bir Melankoli haline sokar insanı...
Hapishanedeki, hidayetinden ümit kesilmiş, katli vacip hükmündeki, insanlıktan çıkmış muzur varlıklara acımaya başlayabilir hatta ömrünüzü bunları hapisten kurtmaya adayabilirsiniz..
Kısa tabirle, kararsız bir Merhamet Budalası olabilirsiniz...
Dikkat etmelisiniz; İslamı hakkıyla bilen, ifrat ve tefrit(aşırılık ve gevşeklikten) kaçınabilen, ölçüyü koruyabilen gerçek, icazetli din alimlerine tabi olmalısınız..
Şairler, edipler elbetteki gereklidir ve başımızın tacıdır ama onlar kendilerini din alimi zan eder ve gerçek ulemaya tabi olmazlarsa meydana böyle vahim durumlar çıkar..
Peşi sıra gidenlerin gayretleri de asırlar geçsede sonuca ulaştırmaz..
Günümüzde müslümanların en büyük sorunu gerçek alimlere tabi olmayıp, nefse hoş gelen şovmen/kelime ustası kimseleri alim zannetmesidir..
********
KUMARBAZ NECİP FAZIL KISAKÜREK
Tarih 22 Mart 1951.
1904 tarihinde doğan Necip Fazıl tam 47 yaşında...
Hidayet bulup İslami bir hayata geçeli ve kuvvetli kalemini İslam'ın emrine vereli neredeyse yirmi yıla yakın zaman geçmiş...
İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Aygün başkanlığındaki polisler, Taksim Pire Mehmet Sokağı 14 numaralı apartmana baskın yaptılar.
Apartmanın alt katı kumarhaneydi ve bakara masasının başında ondokuz kişi vardı.
Bunlardan biri, Büyükdoğu Dergisi’nin sahibi, yazarı Necip Fazıl Kısakürek’ti.
Polis ayrıca kadın tellalı olarak aranan Şoför Zurnik’i de ele geçirmişti.
Kumarhanenin sahibi Seyfi ve Feyzi Gürel kardeşlerdi.
Yakalanan Necip Fazıl gazetecilere şöyle dedi:
“Ben buraya röportaj yapmak için gelmiştim; mecmuama kumar aleyhinde haber yazacaktım.”
Benzer yalan gerekçeleri bugün de medyada sık sık okuyorsunuz.
Neyse…
Sonunda polis Necip Fazıl’a 30 lira para cezası yazdı ve serbest bıraktı.
O dönemin gazeteleri bu haberi manşetten vermişti.
Yine aynı yıllarda İslamın yok olup gitmemesi için cansiparane hizmet veren çok büyük bir velinin/evliyanın, "İslami Neşriyat(yayın) yapsın, İslam lehine yazsın, Büyük Doğu Dergisi'ni zorlanmadan çıkartsın" gayesi ile, kendi ailevi zenginliğinden Necip Fazıl Kısakürek'e verdiği, bir apartman alabilecek kadar yüksek miktardaki hizmet parasını, yine bir gecede kumarda kaybetmişti Necip Fazıl Kısakürek...
Ama öyle feci bir zaman yaşanıyordu ki Müslümanlar için, parayı veren büyük alim ve veli zat; "Ne yapalım, keşke bir o kadar daha paramız olsaydı da bir daha verseydik, yeterki bu din için, İslam için yazsaydı" demiştir... Neredeyse Allah demenin yasak olduğu bir devirde, gerekirse bir kumarbaz eli ile de olsa İslami neşriyat yaptırmak ne derece düşündürücü...
Evet... Herkes neticede insan.. Artıları var, eksileri var...
Necip Fazıl da kendi çapında mücadele vermiş bir insan... Bu gün O'nu olduğundan çok büyük gösterme gayreti içinde olanlar, O'nu sanki bir islam alimi, bir mürşid/üstad olarak göstermek isteyenler ve eksi yönlerini gizleyenler ne büyük bir hata yaptıklarının farkına varmalılar...
Çünkü bu hatalı hareket tarzının ceremesini hep gençler ödediler ve hala da ödüyorlar...
*******
NECİP FAZIL'IN FİKRİYATI İLE HAREKET EDİP BÜTÜN DOĞUYU KURTARABİLECEĞİNE İNANDIRILAN GENÇLER GEREKSİZ ŞOVMENLİKLERLE HEBA EDİLİYORLAR...
İBDA-C denilen örgüt, kendi şahsi muhakemeleri ile silah kullanıp istediğini vuran bir terör örgütüdür. İslami büyük doğu akıncıları anlamına gelen bu örgütün temeli Necip Fazıl'ın Büyük Doğu ideolocyasına dayanır ve temelden sakattır.
Bu fikriyata ve aksiyona kapılan ehl-i sünnet gençleri boş yere sistemin kan emen devasa dişlileri arasında parçalanmaktadır. Bunlar derhal titreyip kendine gelmelidir.
Zira, Necip Fazıl kumarbaz, İslami ilimler açısından oldukça yetersiz ve bencil bir şairden başkası değildir.. Açtığı bu yol sadece nam, şan ve desinler içindir..
İBDA diye kısaltılan Büyük Doğu diye ifade edilen bütün fikriyatlar, oluşumlar da temeli sakat oluşumlardır. Bir kumarbaz ve benlik budalası şairin "sırf egosunu tatmin yolunda, başını sonunu hesap etmeden" açtığı feyzsiz nursuz ve sonuçsuz bir yoldur... Kaçırdığı trenin arkasından "Kaçırmadım, kovdum" sözünü şaka ile değil, ciddi ciddi telafuz edebilecek, yazdığı kitabına "Ben ve ötesi" adını verebilecek kadar benliğine mağlup, manevi terbiyesi zayıf bir şairdir. Herkes gibi o da eleştirilemez değildir...
İSLAM'A HİZMET ETMEK İSTEYEN EHL-İ SÜNNET GENÇLERİ, N.F.K. NIN ARTILARINI GÖRDÜĞÜ KADAR EKSİLERİNİ DE GÖRMELİDİR. O, NE EVLİYADIR, NE DE ÇOK BÜYÜK BİR AKSİYON ADAMIDIR. KALEMİ VE ZEKASI KESKİNDİR O KADAR...
BOP'un Eş Başkanı Tayyip Erdoğan Verdiği Sözleri Tutuyor
BOP'un Eş Başkanı Tayyip Erdoğan Verdiği Sözleri Tutuyor |
Suriye lideri Esad Türkiye’yi şikayet için İran’a yazdığı mektupta iktidarın dış politikasına yönelik çok ağır ifadeler kullandı
Esad, İran dini lideri Hamaney’e yazdığı mektupta, “Suriye’nin Türkiye ve Katar’a karşı yükümlülüğü kalmadı. Birkaç ay önce Suriye’nin ’yakın dostu’olan fırsatçı ülkelerin maskeleri düştü” dedi.
İsrail istihbaratına yakın bir internet sitesi ise Suriye sorununun çözümü için ABD ile anlaşan Türkiye’ye düşen esas rolü açıkladı: Suriye ile “askeri gerilimi tırmandırıcı” adımlar atmak!..
Türkiye, Batı’yı mutlu etmek için her şeyi yapar!
Suriye Devlet Başkanı Esad, İran’ın dini lideri Hamaney’e içini döktü:
Beşşar Esad, Türkiye’yi İran’a şikayet ederken, iktidardaki AKP’nin dış politikasıyla ilgili ağır ifadeler kullandı. İsrail’de orduya yakın bir internet sitesi ise Erdoğan ve Obama’nın Esad’ı 4 ay içinde bitirmek üzere anlaştığını iddia etti
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney’e Türkiye’deki yönetimi şikayet etti. Kuveyt’te yayımlanan Al-Siyasah gazetesinin haberine göre, Beşşar Esad, İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney’e mektup göndererek Türkiye ve Katar hakkındaki görüşlerini dile getirdi. Suriyeli siyasi kaynaklara dayandırılan habere göre Esad mektupta, “Suriye’nin artık Türkiye ve Katar’a karşı hiçbir yükümlülüğü kalmamıştır. Birkaç ay önce Suriye’nin yakın dostu olan ülkelerin maskeleri düştü. Bu ülkeler, Batı’yı mutlu etmek için her şeyi yapar” diye yazdı. Al-Siyasah, Esad’ın mektupta Türkiye ve Katar’ı “fırsatçı” olarak nitelendirdiğini ve AKP’nin seçimleri kazanmasına üzüldüğünü de belirttiğini öne sürdü.
ABD ve Türkiye anlaştı
Bu arada, Türkiye ile ABD’nin Suriye’yi bitirme operasyonu konusunda anlaştığına dair iddialar da, güçlü delillere dayanarak gündeme gelmeye devam ediyor. İsrail istihbaratına yakın bir internet sitesi, Suriye sorununun, ABD -Türkiye ortaklığıyla çözülmesi kararına varıldığını öne sürdü. DEBKAfile adlı site, askeri kaynaklara dayandırdığı haberde, ABD Başkanı Barack Obama ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasında 21 Haziran’da yapılan telefon görüşmesinin gizli tutulan içeriğine yer verdi. İddiaya göre iki lider, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın reform sözü verdiği ama uluslararası toplumu tatmin edemediği konuşmasından saatler sonra yaptıkları görüşmede, Esad’ın 4 ila 6 ay içerisinde düşeceği kanısına vardı. Ortaklaşa hazırlanan planda Türkiye’ye düşen esas rol ise Suriye ile “askeri gerilimi tırmandırıcı” adımlar atmak olarak belirlendi.
İsrail de plana dahil
DEBKAfile’ın iddiasına göre, Türkiye ile ABD’nin ortaklaşa belirlediği stratejiler, bununla da sınırlı değil. Yine aynı haberde dile getirilen iddiaya göre, İsrail’in de katılımıyla bu üç ülke, Ortadoğu barış görüşmelerinin yeniden başlatılmasını sağlayacak bir yöntem belirledi. Yeni yol haritasına göre Türkiye, İsrail ile Filistin arasında yeniden arabuluculuk yapacak. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye gelerek bir dizi gizli görüşme yaptığı öğrenilen İsrail Başbakan Yardımcısı ve Stratejik İşler Bakanı Moşe Yaalon’un, Başbakan Erdoğan ve Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hakan Fidan’la bir araya gelerek, oluşturulan bu yeni modelin son rötuşlarını yaptığı iddia edildi.
http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/habergoster.php?haber=52415