Mehmet Fahri Sertkaya

2012-03-23

Türk vatanında, Türk oğlunun gırtlağını sıkan Yahudi'nin pençesini hâlâ görmeyen Türk aydınına bilmem ne demeli?

Samiha Ayverdi
Türk vatanında, Türk oğlunun gırtlağını sıkan Yahudi'nin pençesini hâlâ görmeyen
Türk aydınına bilmem ne demeli? Samiha Ayverdi


TÜRK TOPRAĞINDAKİ YAHUDİLER

Bu eski hâtıranın, kitaplarımızdan birinde kayıtlı olduğunu bilmekle beraber, ehemmiyetine binâen, şu "Hâtıralar" serisi içine almayı uygun buldum. Basit, hatta mizahî görünüşüne rağmen, asırlar boyu Osmanlı Devleti'nin çatısı altında barınmış, sırasında, toprağın öz evlâdı olan Türklerden daha refahlı, ve alabildiğine geniş içtimaî, vicdanî, iktisadî ve ticari imkânları içinde yaşamış etnik gruplar arasında, Yahudi cemâatinin de, Türk'e yabancı hatta düşman oluşuna misal vermek bakımından üstünde durmaya değer olsa gerek.

Türk târihinin, iktisadî, içtimaî/sosyal ve dahi siyâsî seyrini kollayıp, koparılmış çıbanlarını tespit etmiş olanlar, bilhassa gayr-i müslim azınlıkların Türk insanına ne ölçüde oyun oynamış olduklarını görürler. Bu azınlık zihniyetinin topografîk haritası yapılmak istendiği takdirde, Rum, Ermeni ve Yahudi'nin el birliği ile, devlet ve millet aleyhine kazdıkları uçurumlar, girdaplar, hatta ateş püsküren volkanlar meydana çıkar.

Anlatmak istediğim hikâye şu:

Çamlıca'da bir yazlık evimiz vardı. Üsküdar-Kısıklı arası 4-5 km.lik yokuşu tırmanmak için tek vâsıta da, talikalar idi. Vapurdan Üsküdar'a çıkan babam, bir Yahudi'nin bir Türk'e patlıcan satmakta olduğunu görmüş. Fransızca gibi İspanyolca'yı da çok iyi konuştuğundan, biraz da alaycı ve mizaha yatkın mizacı yüzünden İspanyolca olarak:

- Bezirgan, patlıcanın tanesi kaça? demiş. Kendisine aynı dille cevap veren Yahudi, müşterisini göstererek:

- Şu uğursuz oğlu uğursuz gitsin de, ona elli paraya verdiğimi sana kırk paraya veririm! diye cevaplandırmış.

Bu ara babam da gidip bir araba tutmuş ve içine girip oturduktan sonra da: "Küfende ne kadar varsa hepsini alıyorum, boşalt!" demiş ve kırk paradan olarak patlıcanların bedelini ödemiş. Alış-veriş bitip araba hareket ettikten sonra da, bu defa Türkçe olarak:

- Bezirgan, hangimiz uğursuz oğlu uğursuz? diye seslenince, aldatmaya alışık olduğu kadar, aldanmaya hiç gelemeyen Yahudi, kendi gafleti ile sanki bütün İsrail oğullarının aldanmış olduğu vehmine düşercesine, büyük bir öfke ile:

- Yit... Yozum yormesin yit! diye bağırırken, babamın arabası da, yavaş yavaş gözden kaybolmuş.

Asırlar evvel, Katolik vahşeti ile kan pıhtısına dönen İspanyol Yahûdilerine kapılarını açan Türk'ü çevirdiği ticarî, iktisâdi, mâlî ve hatta siyâsî dolaplarla içten içe yıkan ve en sonunda da, Filistin'de bir karış Türk toprağını bu şeriatçı ve ırkçı Yahudi'ye kaptırmayan Osmanlı Hânedânı'nın dahî hükümdarını tahtından al-aşağı eden ve Türklüğü de devlet otoritesinden mahrum bırakan, işte patlıcancısından, bankerine, tacirine, komisyoncusuna kadar hep bu Yahudilerdir.

1953 senesi idi. Kapalıçarşı'nın Mercan semtinde. Hakkı Usta isminde, îmal ettiği ayakkabıları gene aynı dükkânda satan namuslu ve ciddî bir esnaf vardı. Sinan mektep çağına gelinceye kadar ayakkabılarını hep oradan aldım. Hani "Çocuğun yediği helâl, giydiği haram" diye bir atasözü vardır ya, işte bizim oğlanın ayakkabıları da, daha yıpranmadan küçülüyordu.

Bir defasında, aldığım ayakkabıyı evden beğendiler. İki gün sonra gidip bir tane daha almak istedim.

Fakat Hakkı Usta paketi yaparken, verdiğim parayı elinde tutarak yüzüme baktı ve fiyatın bir lira artmış olduğunu söyledi. Mukadder suâlimi beklemeden de: "Yahudi, bir telefonla malları topladı, bize de keyfinin istediği fiyattan veriyor. Bu bir lira bizim kesemize değil, onun kasasına giriyor!" dedi.

Türk vatanında, Türk oğlunun gırtlağını sıkan Yahudi'nin pençesini hâlâ görmeyen Türk aydınına bilmem ne demeli?

Her gün, sayıları da nüfuzları da artan mason locaları, Lions Kulüpler, Rotari Kulüpler, hep Yahudi oyununun tuzakları... Amma bilen kim, hele inanan nerde?

Kütahya'da bir kunduracı dükkânı vardır. İstanbul piyasasından satın aldıkları düşük kaliteli ayakkabıları satarlar.

Dükkân sahibinin adını bilmiyorum. Oğlunun ismi, Mustafa Kalyon'dur. Bir gün baba Kalyon, mal almak için İstanbul'a gitmek üzere olan oğluna: "Orada, benim bir Yahudi ortağım vardı. Git onu gör ve benden selâm söyle!" der.

Mustafa Kalyon da, babasının arzusu üzerine, bu eski ortağın iş yerini arayıp bulur. Fakat burası, akıl durduran, muazzam ve o nisbette de lüks bir binadır.

İçeri girerse de patronun yanına destursuz girilemeyeceğini, önüne çıkan engeller derhal belli eder. Ne ise ki, eski ortaklık hikâyesi adamları biraz yumuşatır, telefonlar, sorup soruşturmalardan sonra izin çıkar ve kapı kapı içinden geçirilerek, eski ortağın mükellef bürosuna girmek mümkün olur.

*

Mukayese, hazin olduğu kadar da acı. Kalyonların karanlık, bakımsız tabur tabur kutu dizili rafların sıralanmış olduğu dükkânlarına bir kere girmiştim.

Gerçi baba Kalyon'un Yahudi ortağının o muhteşem ticarethanesine ne gittim ne de gördüm. Mustafa Kalyon'dan dinlediğim o ihtişamla Kütahya'daki ayakkabıcı dükkânını zihnen ve hayâlen karşılaştırdığımızda, başını alıp gitmiş bir varlıkla, yerinde sayan ve ticâret hacminin de, şeklinin de yürek sızlatmaması ne mümkün?

Yahudi'nin müesseseleşmiş iş yerinde, terlik, ayakkabı satmak gibi onlarca ednâ/basit olan işlere yer yoksa da, hemen bütün terlikçi ve kunduracıları kesime almış büyük işlerin çevrildiği muhakkaktı.

Türlü ticâret hileleri ve dalavereli çevirme hareketleri ile piyasaya hâkim olan bu kurnaz adam, kısa zamanda Kalyon'un ortağı olmaktan, yüzlerce Kalyonu satın alacak hâle gelmiş bulunuyorsa, kendimizde de suç arayıp iş ve cemiyet hayâtımıza çeki düzen vermezsek, iktisâdı ve ticari hayâtımızı parsellemiş olan azınlıkların saltanatlarına son vermeyi ebediyen unutmamız gerekir.

*


1957 senesinde tertip etmeye başladığımız "Çocuk İftarları", çok şükür 26 senedir aralıksız devam etmektedir. Her sene, ramazandan evvel, davetli çocuklara verilmek üzere hazırladığımız diş kiraları ile beraber, oyuncak veya küçükleri memnun edecek bir şeyler arayıp bulmak gerekir.

Bundan on iki sene kadar evveldi. Bu maksatla Eminönü'ne giderek bir şeyler satın aldım. Fakat hediye adedini biraz daha genişletmem gerektiğinde Yeni Postahâne Caddesi'ndeki kırtasiyecilere de bakmak istedim. Burada biri Türk, diğeri Yahudi, karşılıklı iki kırtasiyeci bulunuyordu. Yahudi'nin camekânında plastik kap içindeki zarif pergerin fiyatı iki buçuk lira olduğu halde, aynı perger, Türk'ün dükkânında üç lira idi. İçeri girdim ve bu fiyat farkının sebebini sordum. Genç tezgâhtar çatık bir yüzle: "Gidip oradan alın" demez mi! 

Sükûnetle yüzüne bakarak: "Oradan almamı tavsiye edeceğinize, neden sizden almak istediğimi sormuyorsunuz? Bunlardan iki adet istiyorum ve Türk olduğunuz için de, bile bile bir lira fazla veriyorum. Fakat bu değişik fiyat karşısında sizi tercih edecek başka müşteriler olacağını da pek tahmin etmiyorum," dedim.

Dedim, Fakat müşteri tutmayı, müşteriye edilecek muameleyi bilmeyen, ticâret ahlâkının bigânesi genç tezgâhtar, maalesef bu söylediklerimi de anlamadığı aşikâr bir kayıtsızlıkla dinledi.

Bu hâdisenin üstünden birkaç zaman geçtikten sonra, Yahudi'nin neden Türk'ten daha ucuz sattığını tesadüfen öğrendim.

Kırtasiye üzerine çalışan toptancıların hemen hepsi Yahudi imiş ve kendi ırklarından olan tüccarlara sattıkları malı Türklere verdiklerinden daha düşük fiyatla verdikleri için, gerek toptan, gerek perakende piyasayı onlar tutmakta imişler.

Bana perger satan mağazadaki gencin, işin bu tarafinı bilmemesi pek mümkün değildi. Hiç olmazsa: "Git oradan al!" diyeceğine, bunu açık söylese, hatta dertleşseydi, ne doğru bir harekette bulunmuş olurdu.

Yeğenim Cemil Büyükaksoy, liseyi Saint Joseph*de okuduğu sırada, Yahudi cemâati tarafından taksitleri Ödenen fakir bir Yahudi arkadaşı da varmış.

Aradan seneler geçmiş, bir gün Cemil, hızlı hızlı yolda giderken, lüks bir husûsî araba yanında durmuş ve direksiyonda olan genç: "Cemil, gel seni götüreyim!" diye seslenmiş.

Yeğenim, kendisini ismi ile çağıran bu kalantor adamın, Saint Joseph'deki fakir Yahudi çocuğu olduğunu hayli güç fark edebilmiş.

Arabayı süren genç, merakla kendisine bakan yeğenime:

- Biliyorsun, beni Musevî cemâati okuttu. Harp içindeki yokluk seneleri malûm. O yok, bu yok... çivi de yoklar arasında. Bir ara, ithal malı tahta çivi geldi. Piyasada rağbet eden olmadı. Amma bizim cemâat, kârın yüzde otuzuna karşılık, bana sermâye verdiler. İşte, kimsenin beğenmediği çiviler, bana zenginlik yolunu açtı. Şimdi ne iş yaparsam, yüzde otuzu cemâatindir. Çevirdiğim ticâret işleri, bana da onlara da, bol bol yetiyor, demiş.

Ne idik, Ne olduk?
Sâmiha Ayverdi
Shf: 96-101

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.